“Travma ve Kendilik Bozuklukları”
Candace ORCUTT
Çeviri:
Gülünay Akçalı
Sanırım, eski bir hikayeyi yeniden anlatarak başlayabilirim:
Oedipus adında bir adam varmış. Bu adam aslında kökenlerinden kaçmaya çalışıyor gibi görünse de daha derinlerde yatan bir dürtü Oedipus’un yolunu yine hikayenin başladığı yere, kendi köklerine düşürmüş. Oedipus, hayata nasıl başladığını hatırlamasa da bilinçdışında yatan hayatının başlangıç noktasına dönme ihtiyacı kimlik ihtiyacı kadar karşı konulmazmış. Bu ihtiyacı karşılamak için de Oedipus’un ne yapıp edip bir yolunu bulup başından geçen herşeyi anlatması lazımmış.
Oedipus, Teb şehrinde doğmuş ama Teb ovalarını kaplayan kızıl kumlarda sandaletleriyle gezinirken o bunu anımsamıyormuş. Birden bire bir yaratık Oedipus’un yolunu kesmiş; altın kanatlarını açmış, dişi aslan bedenli, büyüleyici bir kadın yüzüne sahip bir sfenksmiş bu. Sfenksin sesi yavrusuna seslenen bir dişi aslanı andırıyormuş. Masal bu ya, her zaman olduğu gibi sfenks bir soru sormuş ve Oedipus soruya doğru cevap vermek zorundaymış yoksa ölecekmiş.
Sfenks ne mi sormuş?
“Sabah dört, öğlen iki ve akşam ise üç ayakla yürüyen şey nedir?”
Oedipus şöyle cevap verir:
“Bundan kolay ne var? İnsandır. Bebekken dört ayak üzerinde emekler, büyüdüğü zaman iki ayak üzerine kalkar ve yaşlılıkta da bastonla yürür.”
Doğru cevabı duyan Sfenks ortadan kaybolur ve Oedipus ise köklerini aramaya devam eder.
Bu cevabı doğru kılan nedenler ne? Oedipus, hayatta kalmak için insan hayatının tüm evrelerini anlatması gerektiğini anlamıştır. Yoksa, efsaneye göre sfenks doğru cevabı bulamayanları yer. Bu durum, bir metafor olarak yorumlandığında cevabı bilememesi halinde Oedipus ne idüğü belirsiz bir varlık tarafından yok edilecektir. Oedipus anlar ki insan, hayatını yaşadıkça bir kimlik oluşturur; insan hayatı, ilerleyen bir süreçtir ve bu şekilde nihayetinde kişisel bir anlam kazanır.
Öyle görünüyor ki başımızdan geçenler bizim kimliğimizi meydana getiriyor; hayat bize kimisi önceden kestirilemeyen, kimisi önlenemeyen, belki bazılarını kontrol edebildiğimiz maceralar sunuyor, bunu yaparken de herhangi bir sıra takip etmiyor. Bizler de kavrayışımızı kat be kat aşan bir ihtiyacı karşılamanın peşinde, birşeyleri anlamak için önce kalıplara sokması gereken aklımızı kullanarak tüm bu parçalardan anlamlı bir hikaye yaratmaya çalışıyoruz.
‘Kendilik’ dediğimiz hissin birbirine geçmiş kimi öykülerden meydana geldiği söylenebilir. Dünyanın yaratılışıyla ilgili bir hikaye buluverir, kendi kabilemiz ya da ulusumuzun öyküsünü de bunun içine yerleştiriveririz. Soyumuzla ilgili hikayeler, ailemizin nereden geldiği ve tüm bunların merkezinde yer alan bizim, yani masalcının masalı bu şekilde yazılır.
Bu hikayeler insanın sesiyle (anlatımıyla) birbirine tutunur. Mitolojiler, destanlar, peri masalları, kişisel hatırata şekil veren şey insanın anlatımıdır. Bir anlatan ve onu dinleyenler olmazsa ortada hikaye de olmaz. Annemizin sesini, yüzünü görmeden çok önce duymaya başlarız. Erişkinliğimiz neticesinde elde ettiğimiz zafer ise hikayemizi başkalarına anlamlı bir şekilde anlatabilme kabiliyetimizdir.
Freud’a göre kendini bir başkasına eksiksiz anlatmak ruhu iyileştirir. Freud, bu yeni bilmine ‘ruhun analizi’ adını vermiş ve ruhun analiste kendisini anlatmasına olanak tanınarak onarılabileceğini öğretmiştir. Bu kendini ifade süreci, ‘anamnez’ yani hayatımızın bölük pörçük hatırladığımız veya kabul edemediğimiz kısımlarının yeniden anımsanması olarak açıklanabilir. Geçmişimizin karanlık köşelerini yeniden bilinç düzeyine çıkartarak bir başkasına anlattığımız zaman iyileşiriz.
Kendimiz olabilmek için bu hikayemizin doğru olduğuna inanmaya ihtiyacımız vardır. Psikanalist Erik Erikson, erişkinlik için kazanılması gereken bu zaferi ‘ego bütünlüğünün’ ‘umutsuzluğa’ karşı zaferi olarak adlandırır. Buna göre, hayatımızın bir bütün olabilmesi için onu anlamlı kılmamız gerekir.
Günümüzde, hikayemizi anlatabileceğimiz yerlerin sayısı giderek azalmış, anlatıcı mitolojik bir şahsiyet kazanmış ve ailelerde de gençler hatıralarını dinlemek için yaşlıların çevresine üşüşmez, bir araya gelmez olmuştur. Uykudan önce anlatılan masalların yerine insanı büyüleyen cihazlar gelmiştir ama bu makinalar da çocukların büyükleriyle birlikte kişisel keşifler yapmalarına olanak vermez. Kişiler arası terapi ekolünü temsil edenler gibi John Bowlby ve bağlanma teorisyenleri de kendiliğimizi sürdürebilmek için nasıl sağlıklı bir temel oluşturabileceğimiz sorusuna yanıt aramaktadır. Özellikle de günümüzde, edilgen bir gözlem anlayışı ve televizyonun insan anlatımının (sesinin) ve soru-cevapların yerini alması hayret vericidir.
Psikoterapi, insanların tutarlı bir yaşam öyküsü oluşturabilmek için yeterli zaman, destek ve de anlatılanları büyük bir ilgiyle takip eden bir dinleyici bulabilecekleri birkaç yerden birisidir.
Hastalar, terapiste geldikleri zaman bir ihtiyaçlarını gidermeye gelirler. Sık sık ifade edilmemekle birlikte bu ihtiyaç parçalı yaşam öykülerini bütünlemek arzusudur. Diğer bir deyişle, örselenmiş bir ruhu kelimeler yardımıyla onarmaya çalışırlar.
Acı veren duygulardan duyulan korkuyla işlevini yitiren, inkar, eylemleme ya da çözülme gibi ilkel direnç mekanizmaları tarafından engellenen kelime ve anılar Kendilik bozukluğu olan bir hastanın tutarlı, anlamlı bir yaşam öyküsü anlatmasına olanak tanımaz.
Dahası, psişik travma geçiren hastaların, (Jean Pierre’in de bir zamanlar dediği gibi) ‘yaşam evrimleri bir noktada engellenmiştir’. Bu hastalar bize engellenmiş veya istenmeyen anılarıyla gelir ve bunlardan bir hikaye oluşturmaya ihtiyaçları vardır.
Wilfred Bion’un gözlemlediği gibi terapist, sfenks gibi, sorularla beklemektedir. Süreç, derin bir tehlike sezisiyle başlar; hasta duygularıyla yüzleşip bir yanıt bularak kendisini bir bütün olarak ortaya koyabilene kadar her sessizlik tehdit edicidir.
Terapiye gelen hastanın anlamlı bir hikaye oluşturmasının önemini göstermek için bir vakayı örnek göstermek istiyorum. Bu vakada travmatik bir sorunla karşı karşıyaydık ve kültürel farklılıklar, karakter direnişleri gibi nedenler çalışmamızı daha da zorlaştırıyor, terapi için psikodinamik ve bilişsel (kognitif) müdahaleler yanı sıra hipnoterapi ve çeşitli zorluklar neticesinde ancak elde edebileceğimiz karşılıklı bir güven tesis etmemiz gerekiyordu.
Yaşlı bir kişi olan Bay K. henüz Hindistan’ın bir parçası olduğu zamanlarda Doğu Bengal’de dünyaya gelmiş. Pakistan ve Hindistan’ın ayrılması sırasında ailesiyle birlikte Hindu olan Batı Bengal’e kaçmış, eskiden hali vakti yerinde bir tüccar olan babasının yeni bir iş kurmaya çalıştığı sırada, Kalküta’da büyümüş. Daha sonra, babasının ölümü ardından Bay K. ve eşi Amerika’ya iltica etmiş, çocuklarını burada yetiştirmiş. Yetmişli yaşlarına merdiven dayayan Bay K. işini büyük oğluna devrederek zamanını İngilizce öğretmenliği ve dua etmeye ayırmış.
Bu Bay K., Hindu ağırlıklı bir banliyöde yaşıyordu. Özellikle de emekliliğinden sonra kurta ve doti olarak adlandırılan, kumaş pantalon ve ev dokuması bir entariden oluşan geleneksel Bengal kıyafetleri giymeye başlamış, hatta bu kıyafet yüzünden New York’taki Dünya Ticaret Merkezi ikiz kulelerine terörist saldırının gerçekleştirildiği 2001 senesinde bir gece 11 Eylül paranoyasına bile hedef olmuştu. Bela çıkartmak için sokaklarda gezinen bir grup sarhoş genç Bay K.’yı hint kıyafetleri içinde görünce kendisini bir Müslüman terörist sanarak kendisiyle dalga geçmiş ve dövmüşlerdi. Polisin zamanında olay yerine gelmesiyle birlikte gençler de dağılarak kaçmışlardı. Bu saldırıda –polisin çabuk gelmesi üzerine- Bay K. ciddi bir şekilde yaralanmamış, pansuman için kısa bir süre hastanede kalmış ama duygusal olarak oldukça sarsılmıştı.
Sonraki aylarda uyuyamayan, saldırının etkisiyle çığlık atarak uykulardan uyanan Bay K. saldırı anını bir türlü aklından çıkartamamış, ani sesler karşısında tedirgin olmuş ve Travma Sonrası Stres Bozukluğu belirtileri sergilemiş. Görüştüğü rahip dua etmesini salık vermiş ancak duaların sadece dua ettiği zamanlarda kendisini rahatlatmaktan başka bir etkisi olmamış. Doktoru kendisine SSRI ve hafif bir sakinleştirici yazmış ama bunlar da Bay K.’yı rahatlatmaya yetmemiş. Bay K.’nin bu rahatsızlığı karşısında ailesi de perişan olmuş, eşi giderek histerik tepkiler vermeye başlamış. Sonuçta, Bay K. hiç istemese de doktoru ve rahibin de desteğiyle ailesi Bay K.’yı psikoterapiye ikna etmeyi başarmış.
Bay K. muayenehaneme ilk olarak geleneksel kıyafeti içerisinde nazik, gergin, esmer tenli, zayıf, yaşlı bir Hindu beyefendisi olarak girdi.
Terbiyeli bir şekilde, ailesini kırmamak için ve sadece onlar istediğinden bana geldiğini, yapacaklarımızın uzun sürmemesini ümit ettiğini ifade etti.
Asıl görevimin dikkatle kendisini dinlemek olduğunu ve ona şu saldırı olayı başta olmak üzere kendisini anlatmasını, ona bu şekilde yardımcı olmaya çalışacağımı anlattım.
Biraz ürkerek, “Aklını oynatmış yaşlı bir adam olduğumu düşünüyorsunuz” dedi.
“Kendisine karşı hata işlenmiş masum bir vatandaş olduğunuzu düşünüyorum. Ama başınıza gelenler size unutamayacağınız kadar acı vermiş” dedim.
Gözüme biraz rahatlamış göründü ve benimle ilgili sorular sordu: “Tıp doktoru değil misiniz?”
“Değilim” dedim. İyi bir psikoterapist olmak için tıp doktoru olmanız gerekmiyor. Ayrıca, psikoterapi veya bir psikoterapist olarak şahsımla ilgili her türlü soruyu sorabileceğini belirttim.
Başından geçen “vahşetin” beni ilgilendireceğinden ya da bu aşağılayıcı olayın neden olduğu hisleri anlayabileceğimden şüphe duyduğunu söyledi.
Çalışmaya katılabilecek kadar rahatlamak için öncelikle kişisel dirençlerini kırması ve bazı kültürel sorunları aşması gerektiğini fark ettim.
Dedim ki: “Bir kadınla konuşmak sizin için zor olsa gerek; özellikle de bu kadın bir Hintli olmayınca. Belki de Tagore gibi saçı sakalına karışmış bir bilgeyle karşılacağınızı sanmıştınız”.
Şaşırarak güldü. Bengalli bu filozof-şairi tanımam hoşuna gitmişti.
“Tagore’yi nereden biliyorsunuz?”
Ona Hindistan’da kaldığımı, Tagore’nin mezarı olan Shantiniketan’ı ziyaret ettiğimi anlattım. Biraz sonra Hindistan, nerede kaldığım, Hint mutfağı ve giyim kuşamı konusunda konuşmaya başlamıştık bile.
“Bu kıyafeti biliyorsunuz o zaman?”
“Evet” dedim ve giydiği ev dokuması kumaşın Gandi tarafından dokunmuş olan hadi olup olmadığını sordum. Kültürüne yabancı olmamamdan memnundu. Şiddetsizliği temsil eden bir kıyafet giydiği için saldırıya uğramasının ne büyük bir ironi içerdiğini söyledim.
Bu gözlemim hislerini harekete geçirdi ve acı dolu bir ifadeyle saldırıdan –bunun ne denli vahşi bir davranış olduğundan ve kendisini Müslüman sanmış olmalarından- bahsetmeye başladı.
Hindular ve Müslümanlar arasındaki gerginlikler nedeniyle bu durumun Bay K. için özellikle rahatsızlık verici olduğu dikkatimden kaçmadı.
Buna o da katıldı. Hiç konuşmadım ama sessizliğine ve derinden yaşadığı bu hislerine ciddi bir sempati içerisinde eşlik ettim.
Konuşmaya devam ettikçe Bay K. narsisitik Kendilik bozukluğuna örnek davranışlar sergiledi (saldırı nedeniyle kendisinden beklenen hassasiyeti göstermişti ama asıl olarak başından geçenlerin ve belirtilerin bir başkası tarafından incelenmesinden kaynaklanan bir narsisistik hassasiyet de sergilemişti). Bu kırılganlık hissi karşısında kendisini tüm terapi sürecini ve benim terapist olarak yeteneklerimi sorgulayarak korumaya çalışıyordu.
Bay K.’nın ortaya koyduğu bu narsisistik sakınganlık karşısında müdahalelerimi daha derinlerde yatan hassasiyetlerine yönelttim. Bu tür müdahaleler için esas formül (1) psişik acının fark edilmesi, (2) hastanın bu acı karşısında kendisini nasıl savunduğu ve (3) bu savunmaların kendiliğin korunmasına yönelik olduğunun belirtilmesi olarak sıralanabilir.
Örneğin kendisine: “Sizin başınızdan geçenlere katlanmak ne kadar zor; hele hele bunları bir kadınla paylaşmak. Önemsiz bir sorunmuş gibi küçümseyerek konuşmaktan kaçınıyor veya bu konuyu benimle paylaşmaya değip değmeyeceğini tartıyorsunuz” dediğimde buna cevabı şöyle oldu:
“Sizinle konuşmanın uykusuzluğuma, gördüğüm kabuslara nasıl bir faydası olacak?”
Cevap verdim: “Konuşmanın bu belirtileri ortadan kaldırdığı bilinmekle birlikte, bu konudan bahsetmek size acı veriyor. Siz de bu acıdan kaçmak için konuşmaktan da kaçıyorsunuz.”
“Peki, bana rahip bile yardım edemezken sizin bu bilgeliğiniz nereden geliyor?”
“Rahibin ruhani bilgeliğiyle yarışamam. Ama size bilimsel eğitimimle yardımcı olabilirim ve bu yaygın olarak kullanılan yöntemle acılarınızı sonunda hafifletebilirim” diyerek çok basit, çok doğrudan bir entelektüel yaklaşıma dayanan bilişsel bir müdahalede bulunarak travma çalışması için kapıyı araladım: “Sanki çektiğiniz acılara sadece ben son verebilirmişim, sizin bu konuda yapacağınız pek birşey yokmuş gibi hissediyor olabilirsiniz. Bu doğru değil; acılarıyla, sorunlarıyla yüzleşme cesaretini göstermesi gereken sizsiniz. Bana hikayenizi anlatacaksınız ki hem bakış açınızı hem de kendinize güveninizi tazeleyebilelim. Size acı vermesine rağmen sizi konuşmak için cesaretlendirecek bir dinleyiciyim ben, o kadar.”
Zaman geçtikçe, Bay K.’nın benimle daha rahat konuşabildiğini fark ettim. Aslında, ilişkimiz açısından engel teşkil eden kültürel ve karaktere bağlı engeller giderek ortadan kalkmış ve Bay K. oldukça konuşkan olmuş, savunma hatlarının gerisinden kişiliğinin insan ilişkilerinden hoşlanan, araştıran yanı ortaya çıkmıştı. Zaten çalışmamızı daha da derinleştiren ve teşvik edici olan da onun bu yanıydı.
Espri yeteneği de ortaya çıkmış, zaman zaman “Küçük kardeşim bugün nasıllar acaba? Ağabeyinden bilgelikler duymaya hazır mı bakalım?” diye bana takılmaya bile başlamıştı.
Tedavinin giriş aşamasının daha da derinleşmesi ardından Bay K. beni sempatik bir kişi olarak kabul etmiş ancak terapi ve benim bir terapist olmam fikirlerine olan direncini kaybetmemişti.
“Bu tatsız şeyleri sana niye anlatıp duruyorum? Çok aşağılayıcı bir durum bu” şeklinde çıkışları oluyordu.
“Size karşı sergilenmiş olan utanılacak bir davranış nedeniyle kendinizin utanması gerektiğini düşünüyorsunuz.” (Bay K.’nın aşağılanma hissini yeniden çerçevelendirebilmek maksadıyla kullandığım bilişsel müdahale bu idi.)
“Yine de bundan neden bahsetmem gerek anlamıyorum?” (Savunmasını devam ettirmesi üzerine ben de narsisistik hassasiyetine yöneldim).
Dedim ki: “Bu konudan bahsetmek size acı veriyor siz de sessiz kalarak kendinizi korumaya çalışıyorsunuz.”
Bu sefer konuyu saptırmaksızın “Doğru,” dedi, “bu konudan bahsetmek bana acı veriyor; kafamda ne kadar evirip çeviriyor olsam da.”
Artık savunmalarını bir kenara bıraktığını görünce daha bilişsel bir açıklamada bulundum: “Psikoterapide, başınızdan geçenleri bunları dinleyecek bir uzmana anlatmak insana çoğu zaman yardımcı olur.”
“Nasıl yardımcı olur?”
“Başından geçenleri anlatmak ve bunlarla ilgili hislerini paylaşmak insanı rahatsız eden belirtileri ortadan kaldırır.”
Bay K. benimle konuşmaya alıştıkça daha da açık olmaya başlamıştı. Kendisini bilgilendirmeye (üç aşamada) devam ettim. İlk olarak, kültürüne saygı gösterdim. İkinci olarak kendisini kırılgan hissettiğini ve benimle konuşmaktan duyduğu hoşnutsuzluğun farkında olduğumu anlamasını sağladım (Kendilik savunmaları üzerinde çalışma) ve üçüncü olarak da konuşmak istediği zamanlarda uğradığı saldırı karşısındaki tepkilerine karşı sağduyulu, bilişsel bir yaklaşım sergiledim.
İnanıyorum ki, Bay K. karşısında bu aşamalarda seyreden bir yaklaşım sergilememiş olsaydım görüşmelerimiz çok daha önceden son bulmuş olurdu.
Bu noktada, tedavi sürecinde direnç katmanlarına tekabül eden bu aşamaların –yukarıdaki sırayla- geçilmesinin önemini ve bu aşamaların yukarıdaki sırayla ele alınmış olmasının etkisini vurgulamak isterim.
Psikoterapi, büyük oranda hastanın tutarlı bir hayat hikayesi oluşturması önündeki engellerin ortadan kaldırılmasıdır. Kendisi için böyle bir yaşam öyküsü yaratması gereken Bay K.’nın da birbiri ardısıra yaratmış olduğu dirençlerini kırması gerekiyordu.
Önceden de dediğim gibi, aşılması gereken ilk direnç kültürel önyargılardır. Beyaz ve karşı cinsten bir sosyal hizmetleri görevlisini kendisine yardım edebilecek biri gibi görmek Bay K. için başlangıçta çok güçtü. Bu sorunun acilen dile getirilmesi ve benim de onun kültürüne ve dolayısıyla şahsına (bu noktada bir kıyaslama yapmamı sadece belirli yeteneklerimi ifade etmiştim) saygı duyduğumu ve kendisini sorunlarına çözüm bulma yeteneğine sahip bilgili bir büyüğüm olarak gördüğümü göstermem gerekiyordu. Önceleri şikayetçiydi; “Sanki küçük kardeşime akıl danışıyor gibiyim” diyordu. Kendi gururumu bir kenara bırakmak ne denli zor olursa olsun tartışmak yerine şöyle demiştim: “Size akıl vermek niyetinde değilim ama abim kız kardeşine gelip de, tüm acısına rağmen, hissettiği bir üzüntüden bahsetmek isterse o zaman evet, o kız kardeş olabilirim”. Zamanla, şöyle demeye başladı: “Bana kız kardeşimi hatırlatıyorsun. O da beni böyle dinlerdi”.
Tedavideki bir diğer engel de Bay K.’nın narsisistik Kendilik bozukluğundan ileri gelen dirençti. Terapinin başarısı açısından tedaviyi başka türlü bir aşağılama olarak görmekten kurtulması gerekiyordu. Başına gelen saldırıdan bahsetmek, o anki çaresizliğini anımsamak, karşısındaki kim olursa olsun Bay K. için zaten büyük acı kaynağıydı. Bir taraftan beni bir kardeş gibi görürken, diğer taraftan da bir yabancı, belki de bir kolonici olarak görme riski vardı. Bu açıdan rolümü çok iyi tanımlamalıydım. Beni bir ‘kolaylaştırıcı’, kendisine sahip olduğu iyileşme gücünün farkına varmayı ve bu gücünü kullanmayı öğretecek kişi olarak görmeliydi. Dr. Masterson’ın da tanımlamış olduğu gibi, ben ‘süreç içerisindeki bir uşak’ idim ve bu uşağın Bay K.’ya acısını geride bırakıp içindeki gücü bulmasında rehberlik etmesi gerekiyordu. Bu, bir noktaya kadar söze dökülebilmekle beraber, aslen, tedavi sürecinde tarafsızlığımı koruyarak ve gereken yerlerde müdahalelerde bulunarak davranışlarımda göstermem gereken bir tutumdu.
Karşı aktarımsal gerilimi aşarak savunmayı çalışmam, biraz başkaldıran ve belki de azarlarcasına bir tavır sergilemiş ve böylelikle hiç hoşlanmadığı o tepeden bakan otorite temsilini de üstlenmiş olabilirdim.
O zaman Bay K. “Ben zavallı bir Hintliyim. Benim sorunlarım seni neden ilgilendirsin ki?” dediğinde, ben de “Bana neden güvenemiyorsunuz?” veya “Kendinizi hakir görmemeyi öğrenmeniz lazım” veya daha da kötüsü “Ama arkadaşlarım arasında Hintliler de var!” gibi bir cevap vermiş olurdum.
Neyse ki tüm bunlar yerine cevabım “Size hep kötü davranmış olan diğer insanları anımsatıyorum. Dolayısıyla ben sizi hor görmeden önce siz bunun kendi kendinize yapıyorsunuz. Bunun sizin için ne denli zor olduğunun farkındayım” olmuştu.
“Beni şaşırttınız. Sanki beni iyi tanıyan biri gibi aklımdan geçenleri okudunuz” dediğine bakılırsa (Dr. Masterson’ın da dediği gibi, ‘hastanın tepkisini alana kadar asla ne olacağını bilemezsiniz’) narsisistik kırılganlığın bu şekilde yansıtma yoluyla yorumlanması Bay K. için rahatlatıcı olmuştu.
İlk iki direnç seviyesi –kültür ve Kendilik- çalışmada güven ve ittifak kurma aşamasına gelindiğinde zorlayıcı olabilmektedir. Bu vakada da yukarıda bahsettiğim dirençler birbirini ‘azdırarak’ kendimi yetersiz ve biraz da olsa suçlu hissetmem yönünde bana baskı yapıyor ve ben sürekli olarak hastanın karşı aktarımsal tepkileriyle mücadele ediyordum.
Direncin üçüncü aşaması da zaten travmanın kendisinden kaynaklanan bir engeldir. Hasta, kabuslar, geri dönüşler (flashbacks) ve çaresizlik gibi belirtileri aşmak isteyebilir ancak travmayla ilgili hislerle yüzleşmenin kendisi başlı başına bir acı kaynağıdır. Yaşananları kelimelere dökebilmek hiç de kolay değildir. Aslında, travma güvene dayalı bir ittifak temelinde, dikkatli bir şekilde ele alınmadığı takdirde hasta kendisini kapatabilir ya da yeni bir travma daha yaşayabilir.
Travmalı hastalarla yapılan çalışmaların emniyetli ve güvenli ortamlarda gerçekleştirilmesi çok önemlidir. Travma tanımına baktığımızda, kişinin savunma sisteminin alt edilmiş olduğunu görürüz ki bu durumda hastanın zarar görmüş olan veya yetersiz kalmış baş edebilme kapasitesinin güçlendirilmesi gerekir. İşte bu nedenle öncelikle Kendilik, karakter gücü değerlendirilmelidir. Kendilik bozukluklarıyla çalışma –karakter çalışması- travma çalışmasından önce (ve gerektiğinde iç içe geçerek) yer almalıdır ki hasta, savunmaları bir kere daha zarar görmeden travmasını kabul edebilsin. Karakter çalışması veya diğer bir deyişle hastanın savunma mekanizması üzerinde çalışma zamanla Kendilik dengesini tehdit eden travmatik duyguların araştırılmasına olanak tanıyan bir anlayış ve temel bir güven duygusuna yerini bırakır.
İdeal şartlar altında hasta terapi ortamının yeterince güvenli olduğuna kanaat getirdiğinde, yani terapistle arasında ilişkiden kendisi için korkutucu ve küçültücü olan olayları paylaşabilecek kadar emin olduğunda, yaşadığı travmayı tartışmaya başlayacaktır.
Travma çalışması nedir? Travma çalışması, temel olarak hastanın travmaya neden olan deneyimini ayrıntılarıyla anlatması ve duygusal olarak bunu yaşamasına fırsat vermektir. Sonuç olarak, insanın başından geçen travmatik olaylar kişinin hayat tecrübesinde yerini alarak, hastanın tüm hayatını içeren ve olayları birbirine bağlayan yaşam öyküsüne yani hatıralara dönüşür.
Travma çalışması başlı başına bilişsel bir çalışmadır. Bu nedenle hasta ile tam da size anlattığım konuların paylaşılması önemlidir. Travma çalışması ve hatta karakter çalışması bilinçli olarak paylaşılan bir ‘maceradır’. Terapist, hastayı sergilemekte olduğu belirtilerin kaynağını araştırmaya davet eder, bunun zor ve acı verici olacağını kendisine açıklar ve travmatik olay ve/veya olayların incelenmesinde hastanın da desteğini alır.
Çalışmanın bu aşaması özellikle daha güçtür çünkü terapi sürecinde terapist daha ziyade açıklamalara girmeyen ya da süreci yönetmeyen bir dinleyici konumundadır (boş ekran).
Travma çalışması, özellikle de hipnoz içeren travma çalışmaları, terapinin tarfsızlığıyla ilgili sorular akla getirebilir. Sohbet eden terapist ile reçete yazan kişi arasında pek bir fark yoktur. Burada iki yönlü bir görev üstlenilmişse, bunun tedavi sürecinde ve kendi şartları içerisinde değerlendirilmesi doğru olacaktır.
Ne olursa olsun, travma çalışması sürecinde terapistin ne yaptığını hastanın bilmesi, bu konuda aydınlanmamış nokta kalmaması gerektiği yönündeki görüş, travmanın başlı başına aklın önüne geçerek hastayı, aklı devre dışı bırakabilen bu güçlerin merhametine mahkum eden bir ‘tıkayıcı olay’ olduğu düşünüldüğünde, sadece bir varsayımdan (aksiyom) ibarettir. Terapi neticesinde hasta olan biteni anlayabilmeli, kontrolü kendisinde hissedebilmeli en azından çaresizlik hissini hafifletmelidir.
Travma çalışmasında, hastanın tüm düzenini alt üst eden acılı ve korkutucu bir deneyimi yeniden dile getirmesine yardımcı oluruz. Yineliyorum, terapi sırasında bunun belirtilmesinde kesinlikle yarar vardır. Terapist şunu bıkmadan yinelemelidir: “Başınıza gelenleri anımsamak korkutucu, dayanılmaz hislerinizi daha da karmaşıklaştıracak. Bu yüzden, sürecin hızını siz belirleyin; ne zaman yavaşlamak ya da biraz ara vermek isterseniz bunu bana bildirin. Sonra, kendinizi devam edebilecek kadar emniyette hissetiğiniz zaman bana söylersiniz.”
Hastanın tereddüte düştüğü zamanlarda kendisinin ne zaman durup çalışmayı biraz hazmetmesi gerektiğini iç güdüsel olarak tayin edebileceğini konusunda hastayı rahatlatın. Bu noktaya geldiğinizde, hastayı travma deneyimini anlatması yönünde teşvik etmektense ona dirençlerini bir tür kontrol mekanizmasına dönüştürmesinde yardımcı olun.
Dirence, genellikle yoğun hisler neden olmaktadır. Hastanın bu hislerden bahsetmesi gerekir. Ancak, bazen de hasta karakter savunmasına geçebilir ki bu zamanlarda terapistin biraz vites değiştirmesi lazımdır.
Saldırıdan bahsederken Bay K. zaman zaman duruyor ve şöyle diyordu:
“Bu beni çok üzüyor. Bundan bahsetmek istemiyorum.”
Doğrudan dile getirilen bu açıklama karşısında ben de kavramsal bir karşılık verirdim: “Başından geçeni anlatırken insan genelde böyle hisseder. Bu hislere alışana kadar kendinize biraz zaman tanıyın. Devam etmeden önce bunu daha iyi anlamaya çalışırız.”
Bazen de karakter savunmasına geçiyordu; o zaman da travmanın neden olduğu acılı hislerden kaynaklanan rahatsız edici bir tereddütle değil acı verici bir narsisitik hassasiyetle karşı karşıya olduğumu biliyordum.
“Akılsız bir bunak olmalıyım, bu anlamsız şeylerden bahsettiğime göre…” dediği oluyordu.
Böyle zamanlarda, “Bu konulardan bahsetmek sizin için rahatsızlık verici olduğundan olan biteni yaşınıza bağlayarak görmezden gelmeyi tercih ediyorsunuz” diyerek bu savunma konumunu yansıtarak yorumluyordum.
Her iki durumda da Bay K. bunun için tam anlamıyla hazır olana kadar travmadan bahsetmeye devam etmiyordum.
Bay K. ile çalışmamıza geri dönelim. Bay K. zamanla bana çocukluğu ve ailesiyle ilgili güzel anılarını anlatmaya başladı. Hindistan’da, Kanada’da ve Amerika Birleşik Devletleri’nde ara ara birbirlerine gidip geldikleri akrabaları vardı. Benim, kendisini yakın hissettiği, canayakın bir dinleyici olduğuma kannat getirmişti. Kültürüne, şahsına ve çektiği acılara saygı duyduğumu biliyordu.
Derken, bir gün hiç alışmadığımız utangaç bir ifadeyle bana yüreğini açtı:
“Bu şekilde konuşmak bana iyi geliyor. Beni anladığınızı hissediyorum. Bana utanmamamı söyleyen sesinizi duymak, Hindistan’la ilgili anılarımızı paylaşmamız çok hoşuma gidiyor.”
Sonra da şöyle devam etti: “Oğlum belki de bana sıkıntıya düştüğüm zamanlarda kendi kendime uygulayabileceğim bir ‘meditasyon’ önerebileceğinizi söylüyor. Böyle birşey mümkün mü?”
Bu fikri hemen benimsedim ve içimden Bay K.’nın oğluna teşekkür ettim, Güvenli Yer olarak tabir ettiğimiz ve sık baş vurulan bir hipnoz sürecine böyle bir geçişe olanak tanıdığı için. Bu, özellikle travma mağdurlarıyla yapılan çalışmalarda özellikle yararı görülen, hastayla beraber hastanın zihninde onun için tam anlamıyla güvenli bir yer oluşturulmasını içeren bir uygulamadır. Hasta herhangi bir stres karşısında bu yeri kullanarak stres kaynağı karşısında sükuneti korumakta kullanır. Güvenli Yer, muayenehanede yaratılsa da hasta bu yeri kendisini güçlü hissetmek istediğinde veya biraz sakinlik aradığında aklında her zaman yeniden inşa edebilir. Bu terimlerin etkili ve derinlere giden ve her zaman ilgili ve saygılı bir yaklaşımla ele alınması gereken bir süreci ifade ettiği düşünüldüğünde buna bir tür meditasyon veya rahatlama çalışması demek de yanlış değildir.
Çalışma öncesinde Bay K.’ya kendisi için güvenli bir yerin nasıl bir yer olduğunu sordum.
“Okyanus” dedi. “Bana okyanusla ilgili bir meditasyon yaptırabilir misiniz?”
Bay K. her gün dua eden biri olduğundan kendisini bu müdahaleye teşvik etmek de zor olmadı.
Başlangıçta süreci kendisine basitçe anlatarak bunun sadece kendi derin-düşünce kabiliyetine destek olacak bir uygulama olduğunu, sesimi herzaman muayenehaneye dönmek için bir rehber olarak kullanabileceğini ve meditasyon sırasında ne zaman isterse durup yine o istediğinde devam edebileceğimizi söyledim.
İşe, beş duyusunun da yardımıyla kendi kumsalını –dalgaların düzenli sesini, tuz kokusu ve denizin damağında bıraktığı tadını, denizin enginliğini ve Hint güneşinin sıcaklığını- yaratarak başladık. İlk birkaç çalışmada bu meditasyonu derinleştirmekten memnundu; çalışmayı evde kendi başınayken de yapıyor, korkutucu düşünceler aklına üşüştüğü zaman bu çalışmanın kendisine huzur verdiğini ifade ediyordu.
Bir gün, bu Güvenli Yer meditasyonunu biraz daha genişleterek duyduğu huzuru derinleştirebilecek bir hikaye eklemek konusunda Bay K.’nın iznini istedim. O da bunu denemek istedi. Tedavi haricinde bir zamanda çelişkili, hatta tehlikeli deneyimlerin Bay K.’nın dünyasına uygun biçimde destekleyici ve hatta kahramanca bir anlatı içerisinde yeniden düzenlenebileceğini gösteren bir hipnotik öykü oluşturdum. Bu hikayenin yazılışında, Bay K. için tanıdık olan ve onu ikna edebilecek unsurların sadece birer anlam olarak ve asla didaktiğe kaçmayan bir şekilde kullanılması çok önemliydi. Hipnoterapist Milton Erickson’ın yaklaşımına uygun olarak hikaye öyle bir şekillendirilmeliydi ki anlatı sadece hastanın beyninin sol yarısını içermeli, öte yandan anlam ise doğrudan hastanın beyninin sezgisel olan sağ yarısına iletilmeli, böylelikle ‘mesajın’ öncelikle tavsiye ve duygusal bağlantılara daha açık olan bilinçdışında algılanması sağlanmalıydı.
Yarattığım bu uzunca öyküde, İngilizlerin uyguladığı Tuz Vergisi’ne karşı Mahatma Gandi’nin tuz getirmek için okyanusa yaptığı uzun yürüyüşü konu aldım. Dandi kıyısına ulaşmak için 200 milden fazla yürümek isteyen bu yolculuğun zorluğunu, en başında Gandi’nin yanında sadece birkaç kişiyle yola çıktığını ancak yüzlerce kişinin kendilerine nasıl katıldığını, yol boyunca karşılaştıkları tüm engellemelere karşı nasıl bir pasif direniş sergilediklerini ve sayıları ve denize ulaşmak yönündeki kararlılıkları arttıkça içlerinde nasıl bir güç hissettiklerini, ardından Gandi’nin deniz suyunu kıyıda kurutarak bundan nasıl –azar azar- deniz tuzu elde ettiğini, insanların da kendisine eşlik etmesiyle herkesin avuç avuç tuz çıkartabildiğini, karşılaştıkları bütün zorluk ve engellemelere rağmen Gandi’nin kendisini baskı altında tutmaya çalışanları nasıl barış içerisinde alt etmeyi başardığını ve denizin de hazinelerini Gandi’ye nasıl açtığını anlattım.
Bay K.’ bundan hoşlanmıştı ve sakindi. Dolaylı bir yoldan kendisine bir kahraman seçmesini önerdim; korku ve zorlukları eylemsizlikle aşabilen bir kahraman. Bunun, Bay K.’nın travmatik deneyimi karşısında bir ‘karşı-ağırlık’ gibi yenilgi ve aşağılanma hislerini azim ve cesaret hislerine dönüştürmemizde yardımcı olabileceğini umuyordum.
Bay K., bu hikayede sadece bir avuntu bulmakla kalmadı olaylar farklı bir boyut da kazandı. Çalışmadan kısa bir zaman sonra meditasyonun üzerinde hiç beklemediği iyileştirici etkileri olduğundan bahsetti.
Dediğine göre, Gandi’nin yürüyüşü kendisine ailesinin Doğu Bengal’den Batı Bengal’e kaçışını anımsatmış. Kaçış tehlikeliymiş ve zaman zaman kaçanların soyguncuların saldırısına maruz kaldığı oluyormuş. Yine böyle bir saldırıda babası da dayak yemiş ve gruptan bazı kişiler yardımlarına koşarak yola devam etmelerine yardımcı olmuşlar.
Bay K., “Babam adına büyük bir utanç duymuştum” dedi. “Sonra ben de aynı duruma düşünce aynı utaç hissi geri geldi. Sonra, geçen gün meditasyon yaparken babamın utanılacak birşey yapmadığını fark ettim. Dayak yemişti, tamam. Ama bizi de emniyetli bir şekilde gideceğimiz yere ulaştırmayı başarmıştı. Ben de giyinişim inançlarımı yansıttığı için dayak yedim. Hala inançlarımı ifade edebiliyorum ve utanacağım birşey de yok.”
Bu anısı ve yaklaşımı neticesinde Bay K. kurban olmaktan çıkarak idealist bir ‘kazazede’ olmuştu. Hareket kabiliyetini engelleyen ve onu alt etmiş olan çaresizlik hissi silinerek yok olurken ta çoçukluktan kaynaklanan utanç duygularını da beraberinde götürüyordu. Babası, aynı o uzun yürüyüşte Gandi’ye eşlik edenler gibi hedefine ulaşmıştı ve Bay K. da işte, babası gibiydi.
Belirtiler azaldı. Kabuslar gibi diğer bazı belirtiler eskisi kadar sık tekrar etmez oldu ve Bay K.’yı rahatsız eden düşüncelerin sıklığı azaldı. Artık insanlarla başından geçenleri paylaşabiliyor ve bundan kaçınma ihtiyacı duymuyordu. İrkilme tepkisi hala devam etmekle birlikte giderek daha az ortaya çıkıyordu. Ailesi de rahatlamış, babalarının etrafta olan bitenle –hayatla- yeniden ilgilendiğini görmekten memnundu.
Bu vakada, dönüm noktasına elbette ki bir anda gelinmedi. Bay K. travmaya neden olan olayları pek çok kereler anlattı. Ama aynı zamanda daha sonraki travmaya uygun zemin sağlayan geçmişindeki Batı Bengal’e kaçışla da yüzleşti. Yollarda ve seyaht ederek geçen yılları anımsadıkça hem ailesi hem de babasına duyduğu olumlu hisleri arttı. Sonunda şöyle dedi: “Okyanusa geldik ve hayattan tuz elde ettik.”
Bu noktada travma, çözülme ve hipnoz konusunda bazı fikirler eklemek istiyorum.
Hipnoz müdahalesi de aynı psikotropik ilaç yazmak gibi eğitim ve uygulama becerisi gerektiren bir yetenek, hatta bir sanattır. Hipnoz, aklın bilinçli olmayan kısımlarına giriş yöntemidir. Bu nedenle, hipnoz için unutulmuş olan şeyler ya da travma örneğinden gidersek, disosiyasyona uğramış olan bilinçsiz akılla konuşma yoludur diyebiliriz. Bugün üzerinde durduğumuz çerçevede egoyu desteklemek ve güçlendirmek için de kullanılabilir.
Travma ve disosiyasyon arasındaki ilişkiye bakalım. Travmadan kaynaklanan disosiyasyon kişinin kendisi için dehşet verici bir olaya tanık olması veya bu olayı yaşaması ve olağan başa çıkma kapasitesinin aşılması halinde karşımıza çıkar. Disosiyasyon ise travmayı takiben vuku bulan ve aklın travmatik olayı bilinç düzeyinde ‘tanımasını’ engelleyen koruyucu bir mekanizmadır. Disosiyasyonun gerçekleşmemesi halinde kişi bir tür akıl çöküntüsü (mental collapse) yaşayabilir. Bu bağlamda disosiyasyon zihnin travmatik bir aşırı yükleme karşısında kısa devre olmasını engelleyen bir sigorta gibidir.
Zaman zaman yanlış da olsa ‘disosiyatif unutmadan’ bahsederiz. Burada aslen disosiyasyon olgusunun algılamayı yarıda kesmesini anlatmaya çalışırız. Travmatik olayların sözde ‘anımsanma’ süreci yarıda kesilmiş bir algılamanın tamamlanmasıdır. Dolayısıyla denebilir ki disosiyasyonun çözülmesi bir anının tekrar hatırlanması değil aksine, hafızada disosiye olarak yer alan anıların bilinçli farkındalık düzeyine çıkartılmak üzere eksiklerinin giderilmesidir.
Hasta travmatik olayları anımsayamamaya başladığında disosiyasyon kolaylıkla farkedilir. Hastanın travmayla ilgili zorlayıcı deneyimleri veya geri dönüşleri (flashback) olması halindeyse bunun anlaşılması daha da güçleşir. Bu olgular canlı ve sıklıkla iz bırakıcı olmakla birlikte normal bilinç akışından ayrı, parçalıdır ve hastanın yaşam öyküsüyle birleşmez (zaten hastanın yaşam öyküsüyle birleşebilir olsalar gerçek anılar halini alır ve zamanla yoğunluklarını yitirirler). Geri dönüşler ve diğer zorlayıcı olgular hem şimdiki zamandan hem de birbirinden kopuk travmatik olayların özümsenmemiş tekrarlarıdır ve hasta olanları kabul edebilecek ego gücünü geri kazanarak bu olayın deneyimini toplam yaşam öyküsüne ekleyebilene kadar da böyle kalmaya devam ederler.
Hipnoz için veya başka nedenlerle kullanılan kelimeler disosiyasyon savunmasını nasıl ortadan kaldırır ve travmaya neden olan deneyimin kendisiyle bütümleşebilmeyi nasıl kolaylaştırır? Kelimeler aslen daha etkili uyumlayıcı savunma mekanizmalarının oluşturulması ve güçlendirilmesinde kullanılır. Sigorta benzetmesine dönecek olursak, biz sigortaya daha kalın bir tel sarmasına yardımcı olarak bir dahaki sefere aşırı yüklenmemesini sağlamalı ve hastanın sigortayı kaldırmaktan duyduğu korkuyu aşmasına yardım etmeliyiz. Terapist, savunma mekanizmalarına aşırı yüklenmemeli veya travmaya neden olan malzemeyle yüzleşmek yönünde zorlayarak hastanın bilincini aşırı zorlamamalıdır. Aksi halde, bunun kısa devre ardından sistem kendine gelmeye çalışırken bunun sigortayı tekrar attırmaktan bir farkı kalmayacaktır
Direnç mekanizmalarının çözülmesi ve yapıcı savunmaların güçlendirilmesinin terapideki yeri nedir? Bay K. olayında hasta aşağılanma, utanç ve duygusal sarsıntıdan kaynaklanan acılardan kaçınmak için kültür, Kendilik ve duygusal güvenlik hislerine dayalı çok güçlü direnç mekanizmalarını devreye sokmuştu. Çalışmanın temeli, terapötik alyansın oluşturulmasına dayanıyordu. Bay K.’nın şüphelerinden kurtularak terapiye güvenmesini sağlamak zorlu bir süreç oldu ve bu doğrultuda pek çok görüşme yapılması gerekti; ama elimizdeki sorunu çalışmak için gereken güven ortamını yarattı. Kültür ve karakterden kaynaklanan sorunlar bu direnç içerisinde tekrar eden konulardı ve her geri gelişinde uygun biçimde çalışılması gerekiyordu. Ancak, terapötik alyans bir kez kurulunca travmaya yönelik bilişsel ve hipnoz çalışmalarını sürdürebilecek ‘yerimiz’ oldu.
Bugün, travma mağdurlarının tedavisinde özellikle yararlı olan ve Bay K. olayında da değinmiş olduğum bir hipnoz sürecinden bahsetmek istiyorum. Bu sürecin amacı, zihinde Güvenli Bir Yer oluşturmaktır. Hastaya güven telkin etmek için de kullanılan bu yöntem hastaya da anlatılarak muayene haricinde de ihtiyaç duyduğu zamanlarda bir iç huzuru yakalamasına olanak verilmelidir. Bazı travma mağdurları dünyada böyle güvenli bir yer olmadığını söyleyebilir; o zaman terapist bu hastasına olmayan böyle biryeri kendisinin yaratabileceğini önererek işe koyulmalıdır.
Güvenli Yer bir hipnoz çalışması olarak veya bir meditasyon ya da bir rahatlama idmanı olarak –hasta hangi tanımı tercih ediyorsa- kullanılabilir. Hastaya rahat oturması ya da uzanması veya bir-iki derin nefes alması söylenebilir ama bu çalışma için herhangi bir hipnotik indüksiyon gerekmez. Hastanın gözlerini kapatması yararlı olmakla birlikte bu bir gereklilik de değildir.
Güvenli Yer ‘yaratılırken’ bu hastayla azami işbirliği içerisinde gerçekleştirilir. Süreç içerisinde hiçbir zaman bir zorlama, otorite gösterisi yer almamalıdır. Ben, şahsen Milton Erickson’ın ortaya koymuş olduğu hipnoz esaslarını takip ediyorum. Çalışma süresince hasta kontrolün kendinde olduğunu hissetmelidir. Yeri hasta seçmeli, hasta kontrolün kendi bilinçdışında olduğunu ve bilinçdışının bu kapasiteye sahip olduğunu bilmeli, hastanın düşünce tarzı (görsel veya işitsel tanımlamalar karşısında daha fazla tepki verip vermediği, vs.) akıldan çıkartılmamalıdır. Terapist, bütün süreç boyunca bir masalcı edasıyla uygun benzetmeleri bir araya getiren bir öykü oluşturur ve dinleyiciyi de buna dahil eder.
Bay K. Güvenli Yer olarak kendisine bir okyanus seçmişti. Bu konuyu; kıyıdaki sıcaklık, günün hangi saati olduğu ve hoşuna giden diğer ayrıntıları bir süre konuştuk. Onunla ne zaman bir parça emniyet ve güven isterse gidip sığınabileceği bu okyanus kıyısını tasarlamak çok ilgimi çekiyordu. Ayrıca, travmatik malzemeyle ilişkilenmesini desteklemek için bir güvenlik duygusu da aşılamak istiyordum. Çünkü, bu çalışmanın terapi amacı hastaya aklında tehdit edici bulduğu şeyleri dengelemesine yetecek yer olduğunu göstermektir. Süreç boyunca terapist trans haliyle gündelik gerçeklik arasında bir emniyet şeridi oluşturan sesten ibarettir.
Güvenli Yer sürecine kısa bir örnek vereyim. Bu çalışmanın hastanın rızası olmadan gerçekleşemeyeceğini anımsatırım. Çalışmada şimdiki zamanla bağlantı önemlidir. Tüm duyular faaldir ve terapist sakin bir ses tonuyla konuşur:
“İzin verirseniz, şimdi sizi bana anlattığınız o plaja çağırmak istiyorum. Şimdi gelin benimle, hoşunuza giden o sükuneti paylaşalım. Kıyıda dolaşıken sesim de size eşlik edecek, size plajın tadını çıkartmanızı anımsatacak ve sesimi izleyerek istediğiniz zaman muayenehaneye ve şimdiki zamana dönebileceksiniz. “
“Haydi kıyıda yürüyün. Plaj sakin… aklınızda ne zaman güvenli bir yere ihtiyacınız olursa buraya gelebileceğinizi biliyorsunuz. Okyanusa bakın, ne kadar sakin… mavi, gri dalgalar… ve dalgaların ötesinde, okyanus gri-mavi gökyüzüne karışıyor. Şu uzaklardaki yelkenli de olmasa orada bir ufuk çizgisi olduğu anlaşılmayacak.”
“Sabahın bu erken saatinde okyanustan esen tatlı bir meltem teninizde geziniyor. Havadaki tuz kokusunu alıyorsunuz, tuzun tadı neredeyse dilinizde. Ayaklarınız berrak suyun içinde. Kıyıya vuran suyun altında deniz kabukları ve parlak çakıl taşları görüyorsunuz. Bu kabuklar ve çakıllar size başka şeyler anımsatıyor. Bazen gözünüz kabuklar ve taşların keskin kenarlarına takılsa da dalgaların gelgiti hepsini yuvarlıyor, sürüklüyor. Biliyorsunuz ki bilinçaltınız tıkır tıkır çalışmakta ve biliyorsunuz ki o bilinçaltı sadece sizi rahatlatan ve hoşunuza giden şeyleri karşınıza getiriyor.
“Dalgalarla yeterince oyalanmadık mı? Şimdi buyurun, şimdiki zamana, içinde bulunduğumuz odaya gidelim. Sesimi takip edin, gelin… o derin huzur duygusunu ve size haz veren tüm o düşünceleri de yanınızda getirin.”
Bu, tabii ki istediğimiz kadar derinleştirilebilecek ve arzu ettiğiniz kadar uzatılabilecek bir sürecin çok kısa bir anlatımı. Hastanızı izleyin, nefes almasını takip edin. Herhangi bir huzursuzluk belirtisi varsa çalışmayı yavaş yavaş sonlandırma vakti geldiğini unutmayın.
Yineliyorum, Güvenli Yer çalışması sadece ve sadece hastanın rızasıyla yapılabilir. Bu, hastanın kendi başınayken de istediği zaman tekrar edebileceği, huzur verici bir çalışmadır. Hasta, çalışmayı evinde de tekrar etmek yönünde teşvik edilmelidir. Terapist hastaya önceki çalışmaların bir ses kaydını da verebilir. Travma mağdurlarının genellikle sarsılmış bir durumda olduğu ve özellikle tavsiyeye açık olduğu unutulmamalıdır. Bu nedenle, hastanızın muayene bitiminde sarsılmış bir durumda olmadığından emin olun. Hastanıza kendisini nasıl hissettiğini sorun ve muayene bitmeden gözlerini uzak, orta ve yakın mesafeye odaklamasını tavsiye edin. Sonra gündelik konulardan bahsedin ve hastanın şimdiki zamana dönmüş olduğundan emin olun.
Güvenli Yer gibi huzur bulmak ve rahatlamak için yapılan meditatif çalışmalar orta düzeyde hipnoz eğitimi olan kişilerce de uygulanabilir. Ancak, travma nedenlerine odaklanan hipnoz sadece ileri düzeyde eğitim almış ve gözetim altında yeterli süre deneyim kazanmış kişilerce yapılmalıdır.
Hipnoz, her zaman – ama özellikle de travma mağdurlarıyla çalışırken- eğitimli kişilerce ve temkinle uygulanmalıdır. Önceden de dediğim gibi, travma mağdurları değişen bir bilinç durumundan asla uzak olmadıklarından, bu değişimin gerçekleşmesi halinde hastanın da terapistin de beklemediği şeyler ortaya çıkabilir. Travmanın söze dökülmesi neticesinde savunma mekanizmaları ardında gizlenmiş bulunan başka travma katmanları da gün yüzüne çıkabilir.
Bay K.’nın babasının uğradığı saldırıyı anımsaması buna örnek olarak gösterilebilir. Ancak, katmanlar aralanmaya başlayınca bilinçdışından bundan daha büyük sürprizler de çıkabilir.
Travma malzemesiyle çalışmakta kullanılan bir araç olarak hipnoz, hastanın terapi çerçevesinde duygusal boşalım sağlamasında da (diğer bir deyişle travmaya neden olan olayları yeniden yaşamasında da) kullanılabilir. Aynı şekilde hasta hipnoz yoluyla çocukluğuna götürülerek o dönemlerde saklı kalmış travmatik olaylar aydınlatılabilir. Bu bahsettiklerim, bu sunumun sınırlarını aşan düzeyde, büyük uzmanlık gerektiren trans uygulamalarıdır. Ben bugün transın hastanın travma deneyimini fark ederek kabullenme kapasitesini güçlendiren, güven telkin eden hatta hatta bu kapasitenin temellerini atan şekilde kullanılmasından bahsettim.
Son olarak, hipnozun ego-geliştirici kullanımına değinmek istiyorum.
Erik Erikson’a göre insanın yaşam öyküsü temel güven duygusunun temellerinin atılmasıyla başlar. Terapötik alyansla sentezlenmesi gerekmekle birlikte hipnoz uygulamasıyla da psişik gelişimin bu büyüme safhası kolaylaştırılabilir. Hipnoz, gelişimleri sırasında kişisel bir güven bağı kurulamaması nedeniyle engellenmiş olan ‘uykudaki’ duyguları harekete geçirmek için kullanılabilir. Bir hipnoz ustası olan Milton Erickson, ‘Şubat Adamı’ süreciyle bunun mümkün olduğunu göstermiştir. Erickson, hipnotik yeteneklerini erişkinliğini travmalarla dolu bir çocukluktan ötürü yaşayamayan bir kadın hastasına kişiler arası yakınlık hissini aşılamak için kullanmış, bunun için hastayı tüm çocukluğu boyunca her Şubat ayı ziyarete gelen amca figürünü kullanarak devamlılık gösteren bir karşılıklı ilgi ve güven hissi telkin etmiştir.
Bu ilişkilenme ve güven duyma ihtiyacı, bence, ne kadar saklı olursa olsun asla giderilemez. Yaşam öykümüzün ilk sayfası dahi olsa, terapi çalışmasının temelinde bu ihtiyaç vardır ve bu ihtiyaç olmadan büyük olasılıkla hayatta kalamayız.
Çoğul Kendilik Bozukluğu veya Disosiyatif Kimlik Bozukluğu teşhisi koyulan bir hastam olan Elizabeth ile çalışmamızdan bir kesit göstermek istiyorum. Ciddi boyutlara varan suistimal ve ihmalden kaynaklanan travmatik bir geçmiş yaşantıyla terapiye geldiğinde, Elizabeth’in ruhunda temel güven hissini yeşertecek hiçbir bir zemin yok gibiydi.
Ev sahibi konumundaki birincil karakter olan Elizabeth’in tipik Kendilik bozukluğu vardı; Elizabeth, Dr. Masterson’ın deyimiyle gizli (closet) narsisist veya kırılganlığından ötürü ilişki kuramayan bir kişiydi. Elizabeth, ilk başlarda çoğunlukla bir sessizlik içerisindeydi ve biraz konuşmak için “Düşüncelerini bir başkasına açmanın senin için ne kadar zor olduğunu anlıyorum; kendini sessiz kalarak korumaya çalışıyorsun” gibi cesaretlendirmelere ihtiyaç duyuyordu. Bu tür müdahaleler neticesinde Elizabeth’e korku veren hislerden hiç de kaçınmayan bir çocukluk karakteri, Beth, ortaya çıkıverdi. Neydi Elizabeth’e korku veren? Temel güven. Beth, kendisine bir masal anlatmamı istedi.
Birincil karakterin Kendilik bozukluğunu çalışmam sırasında Beth’in masallara duyduğu sevgiyi kullanarak kendiliğinin disosiye olmakla birlikte ilişkilenme kapasitesini de tamamıyla yitirmemiş tarafıyla iletişim kurmama yardımcı olabilecek bir araç geliştirmeye çalıştım. Beth’e Elizabeth’inde içinde olduğu ve geçmişte karşı karşıya kaldığı ihmalkarlıklar karşısına koyabileceği bir korunma hissi sunan bir hikaye anlatmaya karar verdim. Hastanın, temel güven ve emniyette olma hisleri içeren bir yaşam öyküsü oluşturmak yönündeki duygusal ihtiyaçlarını böylelikle karşılayabilmeyi umuyordum.
(Buraya bir not düşmek istiyorum. Burada hipnoz için herhangi bir girizgaha gerek yoktu. Çoklu Kendilik Bozukluğu olan hastalar hipnoza çok yatkın olur. Devam etmek için sadece hastanın rızası yeterli olacaktır.)
Aşağıda Beth’in pek çok görüşmeden sonra yazmayı başardığımız hikayesinden bir parça var. İşe güvenli bir yer oluşturmakla başladık; bu yeri asla terk etmeyen koruyucu ruhlar günün her saati ve her mevsim etraftaydı. Hikayeyi şimdiki zamanda onunla aramızdaki ilişkiye bağladım ama hikayeyle kendi istediği oranda özdeşleşebilmesi içinde ucunu açık bıraktım. Bu tür bir hikayeye örnek vermek gerekirse:
“Küçük bir kız ve bu kızın yaşadığı ev hakkında ‘bir varmış bir yokmuş’ diye başlayan bir masal anlatacağım” diye başlayabilir mesela. Kız tabi ki Beth olabilir ki kendisi de bu hikayeyi duyunca aklında hemen böyle bir ev kurabilir. Ev her zaman oradadır, tabi isterseniz çünkü bir çocuğun hayatındaki günler ve mevsimler içerisinde insanların, bir sürü duygu ve düşüncenin ve daha birçok şeyin varolabileceği sonsuz mekanlar vardır. Evin içerisinde siz ne kadar isterseniz o sayıda saklambaç oynayabileceğiniz koridor da olabilir veya tam da küçük bir çocuk için yapılmış sıcacık ve güvenli tek bir oda da.
“Bu harika güvenli evle ilgili olarak söylemek istediğim bir şey daha var. Hangi odada olursan ol, zaman nasıl geçerse geçsin ve zaman geçtikçe sen nereye gidersen git bu evde hiçbir zaman yapayalnız değilsin. Her odada, her kapıda ve her pencerede güçlü ve huzur dolu koruyucu bir ruh nöbet tutuyor.
“Beth’e göstermek istediğim ilk oda sabah güneşinin altın ışıklarıyla dolup taşan bir oda. Günün ilk ışıklarıyla dolmuş olan bu oda bir yönden çocuklar için özel bir oda. Pencerelerinde dışarıdan gelen günışığını süzen beyaz perdeler var ve bu perdeler tatlı bir esintiyle hareket ederken odaya da hayat veriyor. Odayı dolduran ışık, beyaz çarşaflar, alacalı yorgan ve battaniye ve oyuncak ayılar, tahta atlar ve bebek evleri arasında oyun oynar gibi neşeyle geziniyor. Sonra, kuş sesleri var ve mutfaktan duyulan konuşmalar, kahvaltı kokusu ve yatağın tatlı rahatlığı… dünyadaki en güzel sabahın yaşandığı bir oda bu. Bu odada başlayan gün bir sonraki daha güzel güne kavuşmak için sabırsızlanıyor.
“Bu ‘sabah odasının’ koruyucu ruhu altın bir ruh. Duvarlardaki ışık gibi saf, elleri oyuncaklarla dolu bir çocuk kadar neşeli, güzel ve oyuna hazır. Yüreği kahkahalarla dolu ve elleri hep açık. Bu koruyucu ruh, şafak vakti kadar sakin ve tan ağarırken yeryüzü ve nehirler üzerinden akarak geçen sis kadar hafif. Her sabahın yeni bir başlangıç demek olduğunu biliyor. Neşesi bundan. Hayatın kendisini durmadan yenilediğini biliyor. Gücü de buradan geliyor.
“Bu ilk oda Beth’in odası. Ne zaman isterse evin diğer odalarına da gidebilir. Ama en rahat yatak, en güzel uykudan uyanışlar hep bu odada. Bu oda olmasa, diğer odaları araştırmak bu kadar keyifli olmazdı.”
Hikayeler anlattıkça Beth daha konuşkan ve etkileşim içine giren bir kişi oluverdi ve bir gün Elizabeth “sanırım Beth ile kaynaşıyoruz” deyiverdi.
Bir gün, en sevdiği şiirlerden birinden alıntı yaptığı sırada Beth, Elizabeth’e dönüşüverdi.
Odada ağır bir sessizlik oldu ve neredeyse elle tutulabilir bir yokluk hissettim. Ardından, bu yokluğun yerini keder ve çözülme anı aldı. Beth ‘ev sahibi karakter’ olan Elizabeth’le bir olmuş, hastanın aramızdaki ilişki ve çalışmalarımıza olan inancını sağlamlaştıracak bir güven duygusunu da ona aşılamıştı.
Neden Beth ile birleştiğini sorduğumda Elizabeth’in cevabı basitti: “Yeterince bilgilenmişti”.
Duyduğu güven ihtiyacı Elizabeth’in daha çok sayfalı kitabına başlamamızı sağladı. Beth vasıtasıyla Elizabeth de kelimelerle barıştı –sesini buldu- ve hasta ile terapist olarak ilişkimizi kurduk. Bundan sonra, Elizabeth sessizliğine bir son vererek daha sağlıklı bir yaşamda kendisini destekleyecek olan yaşam öyküsünü ‘yazmaya’ başladı.