Tahir ÖZAKKAŞ

GİRİŞ

Terk Depresyonu kuramını oluşturan James F. Masterson, insanın ruhsal yapısının üç ana ögeden oluştuğunu belirtmiştir. Bunlar sırasıylagenetik, çevre ve kaderdir. İnsanoğlu genetik materyali ile dünyaya gelmekte bu genetik materyal çevre dediğimiz anne ve bakıcıların etkisi altında şekillenmekte, hayat boyunca kontrol edemediği birtakım dışsal faktörlerin etkisi altında olumsuz veya olumlu uyarılara veya uyaranlara muhatap kalmaktadır. İşte Masterson’un görüşüne göre bazı insanlar doğuştan genetik olumlu veya olumsuz materyalle doğmaktadır. Olumlu materyali olanlar hayata şanslı başlarken çevre ve kaderin onlara sürprizler hazırlaması sonucu bu genetik materyali olumlu olarak kullanamamakta, çeşitli kendilik bozuklukları geliştirebilmektedir. Bunun yanında olumsuz genetik materyalle donatılmış olarak dünyaya gelmiş olan bireyler çevre ve kaderin kendisine sağladığı güzel fırsatları değerlendirerek sağlıklı kendilik yapıları geliştirebilmiştir. Dolayısıyla insanın ruhsal yapısının ve kendilik gelişiminin bu üç bileşenin karşılıklı ortak etkileşimi ile ortaya çıktığı açık ve net olarak gözükmektedir.

Genetik. Genetik çalışmalar son yıllarda çok artmıştır. Bu çalışmalara bir örnek olarak; Yeni Zelanda’da yapılan bir çalışmada özellikle X kromozomu üzerinde monoaminooksidaz A maddesinin miktarıyla ilgili olarak düşük gen aktivitesi ve dolayısıyla düşük miktarda monoaminooksidaz A geliştiren bireylerle, yüksek gen aktivitesi ve buna bağlı olarak yüksek miktarda monoaminooksidaz geliştiren bireyler arasındaki farklılıklar incelenmiştir. Monoaminooksidaz A aktivasyonu düşük genlere sahip olan ve bu genetik materyalle doğmuş olan çocuklar takip edildiğinde ergenlik döneminde sürekli kavga etme, kabadayılık etme, hırsızlık, işkence yapma ve barbarlık konusunda daha yüksek kapasiteye sahipken, yüksek monoaminoksidaz A aktivitesine sahip olan bireylerde bu oranların düşük olduğu görülmüştür. Bu da göstermektedir ki; doğuştan X kromozomu üzerinde bulunan seratonin ve dopamin içeren nörotransmitterlerin bozulmasını ve kataliz etmesini sağlayan, ayrıca biyokimyasal atıkları düzenleyen bu enzimin yani monoaminooksidaz A’nın düşük seviyede üretilmiş olması duygulanımların kontrolünü zorlaştırmakta, düzenleme (regülasyon) sistemlerini bozmaktadır. Dolayısıyla hem kendilik bozukluklarının temelini oluşturan davranış bozuklukları hem de kişilik bozukluklarının geliştirilmesine neden olabilmektedir. Fakat bu yapının yani; kendilik bozukluklarının veya kişilik bozukluklarının ortaya çıkabilmesi için çevre diye isimlendirilen; bakıcılık fonksiyonlarını üstlenen anne veya anne yerine geçen kişilerin olumsuz etkilerinin olması, çocuğun bu duygulanım düzenlemesinin doğuştan gelen bozukluk kapasitesini tamamlayıcı etki göstermemeleri, buna bağlı olarak da bu bozukluğun kalıcı hale dönüşmesine aracılık etmesi gerekmektedir. Öyle görünüyor ki genetik yükle yüklenmiş bir şekilde bu dünyaya gelen bireyler şanslı genetik materyalle geldiklerinde kendilik kapasitelerini geliştirmeleri, sağlıklı ruhsal sisteme sahip olmaları çevreyle beraber olumlu etkileşimle mümkün olurken bu kapasitesi bozuk olanlar şanssız bir şekilde hayata adım atmaktadırlar. Fakat bundan şu anlaşılmamalıdır: Genlerimiz bozuk o halde biz kendilik bozukluğuna sahibiz. Kesinlikle böyle bir indirgemeci bir tavırla yaklaşılmamalıdır.

Genlerimiz tıp fakültelerinde öğrendiğimiz gibi -özellikle beynin yapılanması- değişmeyen, doğuştan gelen ve standart şeyler değildir. Beynimiz genetik materyalle yüklü bir şekilde gelişirken ve belirlenirken çevreyle olan etkileşimiyle dinamik bir şekilde yeni nöronal bağlantılar kurmakta, yeni nöronal gelişimleri oluşturmaktadır. Dolayısıyla gen=kendilik ve kişilik yapısı demek değildir. Ama ana belirleyici etkilerden sadece bir tanesidir. İşte bu şekilde olumlu gen materyali ile yüklü -sadece bir tanesinin tespitiyle- monoaminooksidaz A aktivitesi yüksek olan bireyler duygulanım düzenlemesi daha kolay çözülebilmekte, sistemleri daha rahat kontrol edebilmektedir. Bu çocukların sağlıklı çevrede yetiştirilmesi durumunda bu kapasiteleri az olan bireylere göre çok daha uyumlu kendilik kapasitesi geliştirdikleri gözlenmiştir.

Masterson’un açıklamasına göre 1972’de Yeni Zelanda’da 442 beyaz erkeğin üzerinde yapılan çalışmalarda düşük aktiviteli monoaminooksidaz A olan ihmal veya istismar edilmiş 55 erkek çocuğun ergenlik döneminde çok ciddi bozukluklar geliştirdikleri ve yüksek aktiviteli monoaminooksidaz A olan bireylere göre yetişkinlik döneminde bir suçtan dolayı iki kat fazla hükümlü oldukları tespit edilmiştir.

Çevre. Masterson’un da belirttiği gibi insanın kendilik gelişiminin ikinci ayağında çevre vardır. Çevre ruhsal yapımızın gelişimsel döneminde bizi belirleyen bizim kendilik yapımızın oluşmasında ana etken olan anne veya bakıcıdır. Çocuk ve anne arasındaki ilişki üzerinde yapılan çalışmalar çevrenin insan ruhuna etkilerini incelemiş, araştırmış ve bize çeşitli sonuçlar bildirmiştir.

Anne veya bakıcı bebeği nasıl etkilemektedir? Bilindiği gibi bebek çeşitli potansiyellerle dünyaya gelmişse de bu potansiyelleri yalnız başına hayata taşıyıp kendiliğini oluşturabilecek imkâna ve donanıma sahip değildir. İçindeki potansiyelleri hayata taşıyabilmesi ancak bu potansiyelleri karşılıklı ‘yansıtmalı özdeşim’ sistemleriyle regüle edecek bir bakıcıya ihtiyaç duymaktadır. İşte bu bakıcı veya anne, bebeğin bu ihtiyaçlarına senkron bir şekilde, eşduyumsal bir şekilde tepki verir de bebeğin bu gelişimlerine kucak açarsa, bebeğin bu gelişmelerini aynalarsa, bebeğin bu gelişmelerine uygun zamanda, uygun miktarda eko verirse sağlıklı bir gelişimden bahsetmek mümkündür.

Mahler

Peki, bebeğin gelişmesiyle ilgili yapılan çalışmalar nelerdir? Bebeklerle ilgili yapılan ciddi çalışmalar Mahler’le başlamıştır. Mahler, Stern, Bowlby, Ainsworth gibi çalışmacılar bebeğin hem gelişimsel psikolojisi açısından gelişimini hem de bağlanması açısından ötekiyle nasıl bağlandığını araştıran çalışmacılardır. Mahler yaptığı çalışmalarda çocuklar üzerinde gözlemler yapmıştır. Bu gözlemler sonucunda çocukların dört evreden geçtiğini tespit etmiştir. Bu evreleri: 0 – 2 ay arasını Otistik Evre, 3 ile 18 aylık süreyi Sembiyotik Evre, 18 – 36’ıncı ayı Ayrılma – Bireyleşme Evresi, ondan sonraki süreci de Tam Kendiliğin Gelişim Evresi olarak tanımlamıştır. 18 – 36’ıncı aylar arasında, ayrılma – bireyleşme süreçlerini de kendi altında dört ayrı evreye ayırmıştır ki bunlar: farklılaşma, alıştırma nesne sürekliliği ve nesnenin gelişmesi evreleridir.

Stern

Stern, Mahler’in bu çalışmalarını daha objektif kanıtlara dayanarak yaptığı çalışmalarla sürdürmüş, Mahler’in otistik sembiyotik evrelerini gözlemlemediğini, Mahler’in çalışmalarında eksikliğin bu yönde olduğunu ifade ederken bebeğin dört evreden oluşan gelişiminden bahsetmiştir. 0–2 aylık evreyi Görünen Kendilik, 2 ile 6 aylık dönemi Çekirdek Kendilik, 7 ile 9 ay arası dönemi Özneler Arası Kendilik, 15 ile 18. ayları Sözlü Kendilik olarak tanımladığı dört evreye ayırmıştır. Stern çocuğun doğumdan itibaren anneden ayrı olduğunu idrak ettiğini vurgulamış ancak her zaman için duygusal ayrılma konusunda o kadar net olmadığını belirtmiştir. Ayrıca annenin de çocuğu nasıl gördüğünün ve çocuk hakkında nasıl düşündüğünün de çocuğun gelişimi açısından önemli olduğunu ileri sürmüştür. Bu bağlamda hem Mahler hem Stern çocuğun gelişiminde annenin rolü üzerinde doğrudan etkilerini ifade etmişlerdir.

Bowlby

Bağlanma araştırmaları açısından bakıldığında Bowlby’nin çalışmaları çığır açıcı niteliktedir. Bowlby; doğumdan itibaren çocuğun anneye hiçbir şekilde bağlılığının olmadığını, bu bağlılık sürecinin çocuğun gelişiminin ilk 10 aylık evresinde ortaya çıktığını ve yavaş yavaş geliştiğini belirtmiştir. Bowlby’nin gözlemleri ve çalışmaları ilk etapta hastaneye yatırılan veya yuvaya giden çocukların üzerindeki ayrılma tepkilerinin nasıl olduğunu incelemeyle başlamıştır. Annelerinden ayrılmak zorunda kalan, hastalıkları nedeniyle hastaneye yatırılan veya yuvaya yatırılan çocuklarda üç dönemi içeren tepkisel bir sürekliliğin olduğunu gözlemlemiştir. Bu tepkilerin 1-karşı çıkma, 2- yeniden birleşme arzusu, 3- umutsuzluk ve kopma olmak üzere toplam üç dönemden oluştuğunu tespit etmiştir. Bolwby’nin çalışmaları kendi gözlemlerine dayanarak intrapsişik hipotezler öne sürmesinden değil daha ziyade sıkı bir şekilde gözlem düzeyinde kalmayı sağlayarak daha objektif kriterlere dayanarak bir çalışma yapmış olmasındandır. Dolayısıyla Bowlby’nin çalışmaları her yerde tekrarlanabilecek objektif ve nesnel kriterlere sahiptir.

Ainsworth

Bowlby’nin çalışmaları onun öğrencisi ve takipçisi olan Ainsworth tarafından daha da geliştirilmiş ve yeni metodolojik araştırmalar yapılmıştır. Bu ikinci evre çalışmalarda, bağlanma stilleri ile ilgili çalışmalarda Ainsworth Uganda’da ve Maryland’de anne-çocuk etkileşimlerine dair doğal ortamda gözlemler yapmıştır. Sonrasında bu gözlemlerini laboratuara taşıyarak bir bebeğin ayrılmaya karşı vermiş olduğu cevabın ne olabileceğine dair bir araştırma deseni geliştirmiştir. Bu desende bağlanma sürecinin organizasyonunu sınıflandırmak amacına yönelik olarak bir yaşındaki çocukların bir laboratuarda ebeveynlerinden ayrılma ve ayrıldıktan sonra onlarla tekrar yeniden karşılaşma ve birleşmeye verdikleri tepkileri incelemiştir. Ainsworth önceleri daha büyük yaşta olan çocukların -ebeveynlerinden önemli ayrılıkları yaşanmış olmasıyla ilişkilendirilmekte olan- olumsuz yeniden birleşme tepkilerini, hiç daha önce ayrışma yaşamamış olan henüz on iki aylık olan bebekler üzerinde nasıl bir etki olabileceğini incelemek için araştırmıştır.

Bilindiği gibi daha ileri yaşlardaki çocuklar eğer ebeveynleriyle bir ayrılma stresi yaşamışlar ve ayrılmayı tecrübe etmişlerse bu çocuklarla yapılan çalışmalarda, ayrılmaya karşı daha önceden yaşamış oldukları acılar nedeniyle tepkilerinin belirli bir anlam içeriği olabileceği, tecrübe ettikleri şeye bağlı olabileceği konusunda bir kanaat var idi. Bu araştırmada incelenmek istenen konular: 1- Sadece çocukların ayrılma tecrübelerinden dolayı gösterdikleri tepkilere bağlı olarak mı ayrılma stresi veya ayrılma reaksiyonları veriliyordu? 2- Yanısıra anne ve çocuk arasında bebeğin gelişim süreci içerisinde doğum anından itibaren belki de doğumdan itibaren başlayan, çocukla ilintili bağlanma stillerinin henüz ayrılma tecrübesi yaşanmadan da çocuklar üzerine bir etkisi var mıydı?

Bu nedenle, henüz herhangi bir ayrılma stresi veya deneyimi yaşamamış olan henüz on iki aylık yeni yürümeye başlayan bebeklerin laboratuar ortamında annelerinden ayrıldıklarında ve bir yabancı odaya girdiğinde ve odadan çıktığında ve geri geldiğindeki tepkilerinin ne olabileceği üzerine kurgulamış olan bir araştırma deseni geliştirmiştir. Yabancı durum adı verilen bu araştırma deseninde, daha önce herhangi bir ayrılma tecrübesi yaşamamış olan çocukların annenin çocuklarıyla olan yaklaşım tarzı arasındaki farklılıkları belirleyen farklı kategoriler olabileceğine dair sonuçlar elde edilmiştir.

Yabancı durum çalışmaları sonucunda çocukların bu tepkilerini güvenli ve güvensiz olarak ikiye ayrılmıştır. Güvensiz olan çocukları daha sonra kendi içlerinde kaçınmacı ve ikircikli dirençli olarak davranan iki grup olarak belirlemişlerdir. Daha sonra daha derin gözlemler yapıldığında üçüncü bir kategori olarak da düzensiz şaşkın tip ortaya çıkmıştır. Bu durumda Ainsworth’un on iki aylık bebeklerle yaptığı çalışmada dört alt gurupta bağlanma stilinin olduğu görülmüştür. Birincisi, güvenli bağlanma, ikinci guruptakiler de güvensiz bağlanma ki bunlar kaçıngan, ikircikli dirençli ve düzensiz şaşkın tipleridir.

Yetişkin Bağlanma Görüşmesi

Bu bağlanma stillerinin, çocukların, bebeklerin vermiş olduğu tepkilerin daha ilerideki yıllarda devam edip etmediğini araştırmaya yönelik olarak yetişkinlerdeki bağlanma stilleriyle ilgili olarak araştırmalar yapılmıştır. Özellikle 1980’li yılların ortasında Main ve Goldwyn Yetişkin Bağlanma Görüşmesi adı altında bir görüşme çizelgesi hazırlamış, bu yöntem ebeveynin bağlanmaya karşı tutumunu değerlendirmeyi amaçlayan sekiz sorudan oluşturulan bir çizelge şeklinde, bir görüşme şeklinde planlanmıştır. Yetişkinlerden çocukken kendi ebeveyniyle ilişkisini, ayrılma karşısındaki tutumlarını ve başkalarını anlatması istenmiştir. Yetişkin bağlanma görüşmesi sadece bu görüşmeye katılanların söylendikleri ve yazdıklarının incelenmesine dayanmıştır. Buradaki görüşmenin amacı erişkin olarak gelen kişinin bağlanmaya karşı zihnindeki durumu değerlendirmeyi amaçlamaktadır. Burada da Main ve Goldwyn’ın geliştirmiş olduğu bu ölçekte ideal rasyonel söylem olarak bilinen ve dört prensibe sadık kalındığını belirten ve bu prensiplerin detayını inceleyen, konuşmanın içeriğini değerlendiren, nitelik açısından değerlendiren, nicelik açısından değerlendiren, ilgili olma açısından değerlendiren ve üslup açısından değerlendiren, söylenen materyalin dört eksende değerlendirilmesini içeren bir puanlama sistemi geliştirilmiştir.

Bu puanlama sistemi sonucunda erişkinlerin de üç grupta bağlanma stiline sahip oldukları görülmüştür. Birinci gruptakiler güvenli ve özerk bağlanma stili geliştirmiş olanlar, ikinci gruptakiler güvensiz bağlanma stili geliştirmiş olanlar ki bunlar kendi içerisinde kayıtsız ve endişeli diye ikiye ayrılmakta, üçüncü gurupta da çözümsüz, düzensiz olmak üzere kategori olarak toplam dört çeşit bağlanma stili geliştirdikleri değerlendirilmiştir. İlginç olan şudur ki bağlanma stilleri olan erişkinlerin çocukları incelendiğinde bağlanma stilleri güvenli olan ebeveynlerin veya annelerin bebekleri güvenli, özerkken; kaçınmacı olan bebeklerin annelerinin kayıtsız olduğu, dirençli veya ikircikli bebeklerin annelerinin endişeli olduğu, düzensiz şaşkın bebeklerin de annelerinin de çözümsüz düzensiz olduğu tespit edilmiştir. Buradan da şöyle bir sonuç çıkarmak gayet mümkün olabilmektedir. Çocuğun bağlanma stilini geliştiren annenin veya bakıcısının patolojisidir.

Bağlanma, Nörobiyolojik Araştırma ve Kendilik Bozukluğu

Daha önce tıp fakültesinde verilen bilgilerde beynin yapılanmasının tamamen genetik olduğu, bu genetik olan yapının da sonradan değişmeyeceği ile ilgili radikal bilgiler öğretilmekteydi. Ama bugünkü nörobiyolojik araştırmaların geldiği noktaya bakıldıüında beynin yapılanmasının tamamen genetik olmadığı, doğumdan sonra dış dünya ile etkileşimle bir şekilde adaptasyon gösterdiği ve gelişiminin değişik seviyelerde ve değişik şekillerde olduğunu öğrendik. İlk yıllarda gelişen ve oluşan bu beynin daha sonraki yıllarda da etkileşime açık olduğu ve her an nöronal bir plastisite içinde kendini yenilediğini, geliştiğini öğrenmiş bulunduk.

Sağ beyin açısından bakılacak olunursa, sağ beynin de oluştuktan sonra önemli ölçüde geliştiğini, değiştiğini ve bu değişikliğe de ömür boyu maruz kaldığını bilmekteyiz. Nörobiyolojik beyin araştırmalarının önde gelen isimlerinden Allen Schore son yıllarda yapılan tüm çalışmaları birleştirdi ve kendi çalışmalarını da katarak yayınladı. Affect Regulation ve Affect DisRegulation isimli iki temel kitabında bebekle anne arasındaki etkileşime bağlı olarak bebeğin kendiliğinin nörobiyolojik gelişiminin nasıl olduğunu ve nerelerde olduğunu anlamaya ve göstermeye çalıştı.

Allen Schore’a göre sağ beyin duygularımızın muhafaza edildiği ve düzenlendiği merkezdir. Sağ beyin yaşamımızın ilk üç yılında baskındır. Sol beyin ise ikinci yılda etkili olmaya başlar. Daha çok bilişsel, mantıksal ve bilimsel alanımızı belirler, kendini mantıkla ve kelimelerle ifade eder. Bunun karşılığında sağ beyin ise yaşamın ilk üç yılında baskın olarak büyümekte ve gelişmektedir. Sözel ve mantıklı değildir, daha çok bilinçdışı ve sezgisel olarak kendini ifade eder. Karşıdaki insanın yüz ifadesinden, ses tonundan ve vücut postüründen yola çıkarak sezgisel olarak iletişimi devam ettirir. Eskilerin deyimiyle gal diliyle, söz diliyle değil hal diliyle iletişim kurar.

Doğumdan sonraki ilk yıllarda beyin, özellikle korteksin gelişmesiyle doğumdaki boyutunun iki buçuk katı büyüklüğe ulaşır. İnsan beyninin gelişimi bilindiği gibi doğumdan sonraki beş ve altıncı aylarda başlar ve on sekizinci ve yirmi dördüncü aylara kadar devam eder. Akson ve sinir hücresi liflerinin gelişiminin büyük kısmı ve bunların tüm davranışlarının temelinde yatan bağlantıları erken ve geç bebeklik döneminde meydana gelir. Bu dönemde sağ beynin orbitofrontal, prefrontal korteksinde duyguların kontrolü ve duygusal ilişkiler için bir merkez ortaya çıkar. Bu yüzden de o, kendiliğin nörobiyolojik merkezi olarak adlandırılır. “Bir insanda kendilik nerededir?” diye sorduğumuzda bugün için verebileceğimiz cevap “sağ beynin orbitofrontal korteksidir” diyebiliriz. İşte sağ beynindeki bu orbitofrontal korteksin anneyle etkileşimi sonucu kendiliğin oluşumu ortaya çıkıyor ve bu kendiliğin oluşumuyla beraber bebek artık kendi duygularını düzenleyebilir hale geliyor. Eğer bu ortaya çıkmamışsa veya yapılanmamışsa bir çocuğun kendi duygularını düzenlemesi mümkün olamamaktadır. Bu nedenle ilk bakıcı ile olan etkileşim duyguların temel düzenleyicisi olur ve aynı zamanda ortaya çıkıp gelişerek olgunlaşacak olan orbito-prefrontal korteksin de temelini oluşturur.

Anne ile bebek arasındaki bu etkileşimde, duygularını birbirinden ayrıştıramayacak, duygularını bir diğeri ile farklılaştıramayacak kaotik ve karmaşık bir dünya içerisinde olan bebek, annenin yüzündeki ifadeyi, mimikteki en ufak değişikliği algılayarak karşılıklı bir senkronizasyon yapar. Bununla duyguların nasıl tanımlandığını, nasıl oluştuğunu belki de aynı nöronlar vasıtasıyla algılamakta, içselleştirmekte, yardımcı bir ego fonksiyonuyla kendi düzenleyemediği, anlayamadığı ve tanımlayamadığı duyguları annenin yüzündeki ifadeler, ses tonundaki değişimler ve vücut postürü sayesinde anlamlandırabilir hale gelmektedir. Henüz sol beyni gelişmediği için bu kaotik dünyayı da kelimelere ve mantığa dökemeyen bebek karşısında annenin veya bakıcının görevi, sağ beyinde fırtınalar halinde ve kaotik bir şekilde duygu seline kapılan prefrontal korteksin düzenleyici işlemlerini geçici olarak almaktır. Anne ile çocuk yüz yüze (face to face) pozisyondayken bebek duygularının regülasyonunu anne vasıtasıyla almaktadır. İşte çocuğun ihtiyaçlarının geliştiği sıralarda acı, sıkıntı, mutluluk, hüzün, keder; tüm duygusal çeşitliliği anne fark edip yerinde, yeterince ve zamanında müdahale ile çocuğa cevap verebiliyorsa, yani onunla bir eş duyum içerisinde, onunla bir senkronizasyon içersinde çocuğu ile etkileşebiliyorsa çocuk kaotik dünyayı yavaş yavaş düzenlemeye, regüle etmeye ve anlamlandırmaya başlayacaktır. Bunun oluşabilmesi için çocuğu ile ilgili, çocuğunu hissedebilen, çocuğunu anlayabilen ve idrak edebilen bir annenin bulunması şarttır. Çocuğun bu kaotik dünyadan kurtuluşu ve kendiliğin merkezinin sağ beyinde kurulabilmesi için böyle bir anneye ihtiyaç duyulmaktadır. Annenin sıkıntılarından arınmış ve kendi iç dünyasındaki duygu durumunu düzenleyebilme kapasitesinin yüksek olması gerekmektedir. Böyle bir anne sayesinde çocuk kendi iç dünyasını düzenleyebilmekte, geçici olarak anneden ödünç aldığı bu yetilerini introjeksiyon, projeksiyon ve özdeşim döngüleriyle zamanla içselleştirmektedir. İlk iki yıl boyunca çocuğun bu duygulanımının düzenlenmesi sağ beyin sayesinde mümkün olabilmektedir. Sağ beyin korteksi doğumdan itibaren üç yıl içerisinde iki buçuk kat büyümektedir.

Duygulanım bu şekilde regüle edildikten, düzenlendikten ve kendiliğin ilk duygulanım merkezi, sezgisel merkezi nöronal bağlantılar sayesinde sağ prefrontal kortekste yerleştikten sonra bunların söze, mantığa, belki de bilime dökülmesi gerekmektedir. Sol beyin bu andan itibaren sürece katılmakta, duygular artık sözlü bir ifadeye dönüşebilmektedir. İki yaşından itibaren de bebeğin sol beyni, sol korteksi aktifleşmekte ve büyümeye devam etmektedir. Sağ beyin ile sol beyin arasındaki bu kortikal bağlantı ve beyinsel bağlantılar çocuğun dış dünya ile irtibatını devam ettirmekte, oradaki sağlıklı iletişimini, kendini ifade etmeyi, yatıştırmayı ve kendilik kapasitelerini de meydana getirmektedir. Eğer annede veya bakıcıda kendi duygularını kontrol etme kapasitesi yoksa, duygularını düzenleyemiyor ise, bakıcı veya anne duygulanım düzenlemesi içinde değilse bu tip bir bakıcının çocuğun ihtiyaçlarını karşılaması da mümkün olmamaktadır. Veya annenin herhangi bir nedenle fiziki veya ruhsal hastalıklar nedeniyle ya da kayıplar nedeniyle kendi duygu durumunu düzenleyecek potansiyellerini kullanamıyor ise, bu durumda da çocuğun ihtiyaçlarına cevap verememektedir. Çocuğa senkron olamayan, çocuğun o andaki duygularını algılayıp, anlayıp, işlemleme kapasitesi bulunmayan bakıcılar veya anneler çocuğun ruhsal gelişimini sekteye uğratmış, gelişimsel duraklamasına neden olmuş gözükmektedir.

Evet, bu durumda ne oluyor acaba diye baktığımızda bakıcıda veya yetişkinde bağlanma kapasitesi veya bağlanma kategorisi kayıtsız, endişeli veya çözümsüz, düzensiz gruplardan birisine sahip ise bu durumda çocukla senkronize olma kapasitesinde bir bozukluk meydana gelecek, bu da bebeğin kendiliğinin ve prefrontal orbital korteksin gelişiminin oluşmasını engelleyecektir. Bu nedenle prefrontal kortekste ve kendilikte bağlantı eksikliği bakımından nörobiyolojik düzeyde bir duraklama meydana gelecek ve bunun sonrasında psikolojik düzeyde de kendiliğin gelişimsel duraklamasına neden olacaktır. Sağ prefrontal korteks yetersiz organizasyon biçimleri geliştirecektir. Bu organizasyon biçimleri başkalarının duygu durumlarını anlamada sınırlı kapasiteye ve empati ile yansıtmalı özdeşimde zorlanma şeklinde ortaya çıkan yüz ifadelerini okumada zorlanmaya neden olacaktır.

Kendi kendini düzenlemedeki bu eksiklik daha sonra özellikle biyolojik olarak primitif olan duyguların süresini ve yoğunluğunu ayarlamada sınırlı bir kapasite şeklinde kendini gösterecektir. Stres altında bu tür bireyler farklı ve ayrı duyguları deneyimleyemeyecektir. Aksine, sınırlı bir kendine yansıtma kapasitesine yol açan savunmaların aktivasyonu ile birlikte karşı konulamaz bedensel ve duygusal duyuların eşlik ettiği yaygın, farklılaşmamış, kaotik durumları deneyimleyeceklerdir.

Nörobiyolojik beyin araştırmaları ve nesne ilişkileri kuramı açısından baktığımızda nörobiyolojik beyin araştırmaları; duygulanım düzenlemesi ve onun psikopatolojisinin, terapötik aktarımın ve karşıaktarımın nörobiyolojik temelini anlamada önemli katkılar sağlamıştır.

Terapötik İttifak ve Terapötik Tarafsızlık

Terapötik psikoterapilerde intrapsişik yapıyı değiştirici uzun vadeli bir başarı elde etmek için hasta ile gerçek bir ilişki olarak tanımlanan ‘terapötik işbirliği’ veya ‘terapötik ittifak’ sağlamak gerekir. Terapötik ittifakı nasıl tanımlayabiliriz? Sağ beynin fonksiyonları açısından baktığımızda sanki bir bebeğin annesiyle kurmuş olduğu ilişkisindeki senkronizasyon gibi sağ beynin uyumlu kılma işlemleriyle ilgilenmek gerekmektedir. Ne gibi? Bebek anneye sağ beyniyle mesajlar gönderir. Anne de bebeğin sağ beyniyle gönderdiği bu kaotik mesajları anlamlandırır ve değerlendirir. İşte psikoterapi seansı esnasında danışanla terapist arasında böyle bir ikili ilişki vardır. İntrapsişik değişim özellikle sağ beyinden sağ beyine aktarılan yansıtmaların ve özdeşimlerin sürecinden ibarettir. Hasta bilinçsiz bir şekilde kendi içinde tanımlayamadığı, denetleyemediği birtakım duygularını, düşüncelerini sağ beyinle terapiste aktarır. Terapist bu bilgiyi özümser, algılar, değerlendirir ve sindirir bir şekilde karşı tarafa verebilirse hastaya olumlu bir değişimin kapısını aralamış olur. Hasta ile seans odasında yapılan çalışmalarda hastanın bir sözlü ifadeleri vardır, yüklemeleri vardır. Fakat bunun arkasında kontrol edilemeyen, düzenlenemeyen ne olduğu hasta tarafından anlaşılamayan duygusal bir kaotik dünya vardır.

Terapist bir ebeveyn, bir bakıcı, bir anne gibi hastanın sağ beynindeki bu kaotik yapının söze gelmiş, savunmaya dökülmüş olan şeklini alır, kendi iç dünyasında onu yorumlar, hisseder, algılar ve hastaya geri bildirimler halinde aktarabilir ise hastanın anlamlandıramadığı, söze dökemediği mantığa getiremediği birtakım çatışmalarını sol beyninin çözümleyebileceği hale getirir. Terapinin özü budur. Dolayısıyla klinisyenin hastanın sağ beyninin düzenlemesine yardım etmek maksadıyla senkronize bir etkileşim oluşturması, hayati bir öneme haizdir. Empatik terapistin uyum sağlaması ve hastanın sağ beyninin değişen duygu durumlarına uygun bir biçimde karşılık vermesi çok önemlidir. Bu şekilde terapist savunmaların üstesinden gelinmesi halinde ikili etkileşimli olarak bağlantıyı koruyabilir. Belirlendiği gibi içsel duygulanımsal uyarıcıyı güçlendirebilir. Bu durum hafızanın ortaya çıkmasını, kayıp belleğin ortaya çıkmasını sağlar. Terapistin nesnel sol beyni, öznel sağ beyin iletilerini birlikte işlemek için hastanın sol beynini kullanmasına yardımcı olur. O ana kadar hastanın sağ beyninde kaotik olan, anlamlandırılamayan malzemeler sol beyin tarafından bağlantılandırılamıyor idi. İşte terapistin; sağ beyindeki anlamlandırılamayan malzemeyi söze dökmesi, anlamlı hale getirmesi, hafıza dışı veya bellek dışı kalmış olanın belleğe taşınmasına aracılık etmesi ve bunu regüle etmesi, duygulanım tanziminde bunu sindirebilmesi hastanın kendi sağ beyni ile sol beyni arasındaki bağlantıların gelişmesine, sağ beyinde yaşanmış olan duygusal anıların yavaş yavaş sol beyine, hafızaya ve belleğe çıkmasına yardımcı olur. Böylece örtülü bellekte saklanan ve dile dökülmeyen bilinçdışı patolojik duygu durumları farkındalığa ulaşıldıkça artık dile dökülür ve derinliğine çalışılabilir hale gelir.

Aktarım Eyleme Vurumu Nedir?

Aktarım – Karşıaktarım

Bilinçdışı düzeylerde yer alan sözsüz aktarım ve karşıaktarım etkileşimleri, hasta ve terapist arasında hızlı eylemlenen otomatik düzenli ve düzensiz duygulanım durumlarının sağ beyinden sağ beyine olan iletişimlerini temsil eder. Aktarım eyleme vurumu temelde yatan iç işleyiş modeli veya intrapsişik yapının dışa vurumudur. Intrapsişik yapı teşhis edilmeli, yüzleştirilmeli veya yorumlanmalıdır. Bu da terapötik ittifakı ve açıklanması gereken aktarımı beraberinde getirir. Duygulanım durumlarının sözle ifadesi veya sözlü formülasyonu etkili ve yeni bir kendilik düzenleyici işlev sağlar. Böylece terapist duygulanım senkronizasyonu oluşturmakla ve sol beyin tarafından işlenebilmesi adına bellekle birlikte duygulanımın da ortaya çıkabilmesi için savunmaların üstesinden gelmekle uğraşır. Bu ise eski nörolojik yolların gücünü kaybetmesi ve yenileriyle güçlenmesidir. Güçlendikçe empati ve kendini yansıtma kapasitelerindeki artışla birlikte yeni iç işleyiş modellerinin oluşumunu ve prefrontal korteksin yani kendini düzenleyici işlevlerin gelişip olgunlaşmasını sağlar. Hasta bir şekilde aktarım eyleme vurumunu seans esnasında meydana getirir. Yani geçmişteki yaşantılarını bir nevi seans esnasında tekrar hayata taşır. Sol beynin söze dökülmüş mantığıyla değil sağ beynin kaotik dünyasıyla eyleme vurur. Bunları algılayan, anlayabilen, regüle eden terapist bunu anlamlandırır, yorumlar, yüzleştirir ve hastanın sağ beyniyle sol beyni arasında irtibat kurucu bir katalizör, bir aracı rolünü ortaya koyar. Bu da hastanın iç dünyasında nöronal bağlantılarda sağ beyin ile sol beyin arasında veya duyguların kaotik dünyasından, hafızanın, belleğin kaybolmuş anılarından mantığa büründürme, söze dökme şeklindeki sol beynin mantıksal tarafıyla irtibat kurmayı sağlayan bir aracılık görevi üstlenir.

Bu durumda ikinci bir akış tarzı karşıaktarım durumudur. Karşıaktarım terapötik seanslarda çok önemlidir. Terapiste yansıtmalı özdeşimin yani projektif identifikasyon rolünü anlamamızda nörobiyolojik beyin araştırmalarının rolü büyüktür. Yansıtmalı özdeşim hastanın bilinçdışının acı veren bir duygulanımı terapiste yansıttığı bir sağ beyin işlevi olarak tanımlanabilir. Nitekim sonrasında hasta yüz ifadesi, ses tonu ve vücut duruşuyla terapistin bu duyguyu hissetmesini sağlayarak acıyı hafifletir. Aynı bir bebeğin bir sıkıntılı duruma, acı duruma düştüğünde bu acısından kurtulabilmek için acıyı bir nevi yüklemek istediği, aracılık ettiği anne veya bakıcıyı araması gibidir. Acısını annesinin veya bakıcısının üstlendiğini gördüğünde kısmen rahatladığını hissetmesi, kendi acısını tolere edebilir hale gelmesi gibi hasta da psikoterapi seansları içersinde farkında olmadan iç dünyasında yaşadığı acı, çaresizlik, hiçlik, boşluk, suçluluk, değersizlik gibi birtakım duyguları bilinçdışı süreçlerle sağ beyinden sağ beyine, terapistine aktarır. Terapisti bu gelen duyguları alır, iç dünyasında hisseder, işlemler ve hastaya geri gönderir. İşte bu şekilde terapist kendi patolojileriyle karıştırmadan hastadan veya danışandan gelen bu materyali iç dünyasında özümseyebilir, anlamlandırabilir ve danışandan geldiğinin farkına varır ise danışanın ne tür duygular hissettiğinin ayırdımına varır. Bu ayırdıma varmayla onları yorumlar, yüzleştirir veya aynalayarak yorumlayarak hastanın bilinciyle bağlantıya geçmesini sağlar.

Yansıtmalı özdeşim önceleri sadece primitif hastaların kullandığı patolojik bir mekanizma olarak düşünülmüştü. Ancak sağlıklı insandaki normal iletişim biçimi olarak şimdi yeniden tanımlanmaktadır. Her an her şekilde karşılıklı olarak birbirimize yansıtmalı özdeşim yapmaktayız. Bu iletişim kişide yüz ifadesi, vücut hareketi ses tonu gibi ilk olarak, anneye işaret vererek kendi gelişimini oluşturmak üzere bebeklikte başlamaktadır. Ayrıca “yansıtmalı” özdeşim kişilik bozukluklarında bir savunma mekanizması olarak görülmektedir. Ve o denli hızlı bir şekilde ortaya çıkar ki terapist farkında olmayabilir. Tıpkı anneyle olduğu gibi, sağ beyinde olan yansıtmalı özdeşimin olumsuz duygusunu terapist beyninin tanımlayıp işlemesi ve böylece tepki vermek yerine onu kuşatıp hastaya yeniden işlemesi için geri vermesi önemlidir.

Bu süreç anne ile çocuk arasında oluşan duygusal senkronizasyondaki bozulma ve onarımla benzerlikler göstermektedir. Hastanın sağ ve sol beyinleri artık gelişim adına işleyebilmektedir. Sağ beyinde bilinçdışı kalmış olan materyal sol beyinle iletişim kurmakta, yeni nöronal bağlantılar ortaya çıkmaktadır. Bu şekilde hastanın seans esnasındaki aktarımları ve terapistin karşıaktarımları, daha doğrusu hastanın aktarım eyleme vurmalarıyla terapistin karşıaktarım eyleme vurumları beyindeki nöronal ve nörobiyolojik gelişimlerin özünü oluşturmaktadır.

Ve biz hastanın aktarımlarını ve aktarımda eyleme vurmalarını algılar, içselleştirir ve bir bakıcının onları senkronize etmesi, kategorize etmesi, düzenlemesi, filtre etmesi gibi fonksiyonları üstlenerek hastaya geri döndürürsek… Yorumlama, yüzleştirme, aynalayarak yorumlama teknikleriyle hastanın sağ beyni ile sol beyni arasındaki bağlantıların yeniden inşasına aracılık edersek… Hastada iyileşme, kendiliğin kapasitelerinde artma, bozulmuş olan nesne ilişkileri ve kendilik tasarımlarının tam bir nesneye ve tam bir kendiliğe dönüşmesine aracılık etmiş oluruz.

Masterson’un terk depresyonu kuramı nereden başladı,

nasıl gelişti, nereye ulaştı?

Masterson bir psikiyatrist olarak 1960 yıllarda çalıştığı hastanede, ergen bölümünde faaliyetlerini yürütüyor idi. O dönemlerde ergen bunalımı adı altında bir grup ergenin çeşitli şikâyetlerle, çeşitli semptomlarla kliniğe başvurduğu veya aileleri tarafından kliniğe getirildiğini gözlemliyordu. Bu gençler üzerinde yapılan çalışmalarda, klinikte veya polikliniklerde tedaviye alındıkları fakat genel kanaatin, “bunlar ergenlik bunalımıdır, zamanla geçecektir” şeklinde ileriye yönelik herhangi bir araştırmanın, incelemenin yapılmadığını gözlemliyordu.

Klinisyenlerle girmiş olduğu tartışmalarda, ergenlik bunalımının gelip geçici bir şey, büyüdükçe kaybolduğu şeklindeki sonucun, hangi bilimsel veriye dayandığına dair yaptığı incelemelerde, tamamen bir hayal kırıklığına uğruyordu. Ergenlik bunalımı diye adlandırılan ve büyüdükçe kaybolacağına inanılan hastaların, ergenlerin şikayetlerinin uzunca yıllar devam ettiğini tespit ediyordu. Ergen bunalımının ilerledikçe geçtiğine dair kanaat bir şehir efsanesinden başka bir şey değildi. Retrospektif olarak klinikte yapmış olduğu çalışmalarda ergenlerin, tedaviden ve ilk değerlendirmeden beş yıl sonra bile %50’sinin aynı şikayet ve sıkıntılarla hayatına devam ettiğini görmüştü. Bu şekilde yapmış olduğu çalışmaları ilk yayınlanan kitabı Ergenlerin Psikiyatrik İkilemi kitabında yayımlandı.

Bu kitapta şu sorulara cevap arıyordu. Bu karakter özellikler nelerdir, nereden kaynaklanıyor? Bu karakter özellikler nasıl belirlenir ve nasıl tedavi edilir?

Masterson çalışmalarını, ergenlik bunalımı altında çeşitli şikayetlerle polikliniğe veya kliniğe müracaat eden hastalar üzerine odakladığında, incelemelerini detaylandırdığında büyüdükçe geçen ve kaybolan şikayetler değil bir kısmının kalıcı ve ciddi bir sendromal yapı olduğunu fark etti. Bu hastalara odaklandı ve çalışmalarını bunlar üzerinde geliştirdi. Bu gençler, temelde kliniğe depresyon, eyleme vurma, okuldan kaçma ve uyuşturucu şeklinde benzeri şikayetlerle başvuruyorlardı ve bunlara borderline kişilik bozukluğu tanısı konuluyordu. Evet, bu durumda sınır durum ergenin tedavisi ve bunlarla yapılacak çalışmalar ne olabilirdi?

James Masterson bu ergenlerle yaptığı takip çalışmalarda ilginç bir şey tespit etti. Eyleme vurmalarını kontrol etmeye çalıştıkları hastaların depresyona girdiklerini gördü. Bu da eyleme vurmanın depresyona karşı bir savunma olduğunu belirten ilk psikodinamik düşünceye yol açtı. Yani hastalar kliniğe yatırıldıklarında ve eylemleri kontrol altına alındığında, şikayetlerinin önüne geçildiğinde iyileşecekleri yerde depresyona giriyorlardı. Soruyu tersinden sordu. “Bu hastalar acaba depresyondan kurtulmak için eyleme mi vuruyorlardı?” “Bir takım şikayetleri ve uyuşturucu benzeri durumlardaki tepkileri, okuldan kaçmaları depresyondan kurtulmak için alternatif bir çözüm müydü?” Bunun üzerine kafa yormaya başlamış ve kuramının ilk çekirdeğini bu şekilde oluşturmuş oldu. Eyleme vurmalar kontrol altına alındığına göre, hastanın iyileşmesi gerekirken depresyona doğru bir yönelim göstermiş olması, tersinden soruyu sordurdu. Depresyona giren ergenler, borderline ergenler depresyonun sıkıntısından kurtulmak için eyleme vurarak kendini rahatlatıyor olabilirler miydi?

Bu sorularla kafası karışan Masterson kütüphanede araştırmalara yoğunlaştı, tam o sırada Bowlby’nin ve Margaret Mahler’in çalışmaları ile karşılaştı. Margaret Mahler’in otizim ve sembiyoz varlık ve kimlik arasındaki bozukluğu iki makalesi ile karşılaştığında ve Mahler’in çektiği bir filmi izlediğinde “evet” dedi. Bebeklerin psikolojik gelişim sürecinde, gelişimsel dönemlerinde, Mahler ’in -yeniden yakınlaşma evresi- dediği ikircikli davranışları aynı ergenlerin davranışlarına benziyordu. Dolayısı ile ergenlerin Mahler’in belirtmiş olduğu gelişim süreçlerinin herhangi birisinde takılıp kaldığını, gelişimsel bir duraklama içerisinde olduğunu fark etti.

Bebeklik dönemindeki, yeniden yakınlaşma krizi yaşayan bebekler, nasıl ayrılma bireyleşme sıkıntıları yaşıyor ise ergenlerin de aynı şekilde ayrışma bireyleşme sıkıntısı yaşadığına karar verdi. Ve ikinci kitabını yayınladı. Borderline Ergenin Tedavisi, Gelişimsel Bir Yaklaşım. Bu yaklaşımda psikodinamik bakış açısını derinleştirdi.

Borderline ergenin sorununun, egonun gelişimsel duraklaması ve annenin egonun gelişimini desteklemedeki yetersizliğinden kaynaklandığını, yani ayrılma bireyselleşme sürecinde bebeği başarısızlığa uğrattığını ifade ediyordu. Bu destek eksikliği diğer savunmaların yanı sıra önceki gelişime karşı savunulan terk depresyonu şeklinde ortaya çıkıyor, yaşantılanıyordu. Bu durum terapötik yöntem olarak savunmalarla yüzleşmenin benimsenmesine yol açtı. Masterson, ayrışma ve bireyleşme süreçlerinde terk depresyonu yaşayan hastalarla yüzleştirme tekniği uygulayarak yaptığı çalışmalarda, hastaları, savunmalarını yani eyleme vurma olarak ortaya koymuş olduğu savunmaları (bölme mekanizması etkisi altındaki savunmalarla) yüzleştirdiğinde tedaviye doğru gittiklerini gördü.

Uygulamadan beş yıl sonra tedavideki başarısı tamamlandığında yeni kitabını yayınladı. “Borderline Ergenden İşlevsel Yetişkine, Zamanın Testi.” 1980’de Masterson artık ergenle girdiği bu yolculukta Borderline Kişilik Bozukluğu organizasyonunu gelişimsel psikoloji açısından değerlendiriyordu. Psikodinamik bir bakış açısı getiriyordu. Ve dönemin Borderline yaklaşımları ile ilgili kendi kuramını sorguluyor, benzerlikleri ve farklılıkları ortaya koymaya çalışıyordu. Borderline kişilik bozukluğunu, tamamen Mahler’in belirtmiş olduğu, otistik sembiyotik, ayrışma ve bireyleşme dönemindeki ayrışma ve bireyleşme döneminin farklılaşma, uygulama ve yeniden yakınlaşma alt evresi olarak tanımladığı yeniden yakınlaşma alt evresinde gelişimsel bir duraklamaya bağlıyordu. Bu gelişimsel duraklamada; hem kendinin, hem egonun, hem de nesne ilişkilerinin gelişimsel duraklaması sonucunda özel bir klinik tablonun ortaya çıktığına inanıyordu.

Masterson’ın kafasındaki diğer bir soru, anneye dair libidinal ulaşılamazlık ve gelişimsel duraklama arasındaki bağlantıyı nasıl tanımlayabilirdi? Bu soru nesne ilişkileri kuramı ve intrapsişik yapı ile cevaplanabildi. Masterson şöyle diyor;

“Bu zamana kadar ilk uygulamamda, bu soruyu yetişkinlerle çalışarak cevaplamaya çalışıyordum. Bu durum materyal libidinal ulaşılamazlığın intrapsişik sonuçlarına diğer bir değişle nesne ilişkileri biriminin oluşturulması için anne çocuk etkileşiminin içselleştirilmesine odaklanmama yol açtı. Bu aşamada gelişimsel yaklaşıma nesne ilişkilerini de ekledim. Dört düşünceyi bir araya getirdim.

1- İlk üç yılda ayrılma birleşme evresinin annenin libidinal ulaşılamazlığı

2- İntrapsişik yapının nesne ilişkileri kuramı

3- Zihinsel işleyişin iki ilkesi üzerine Freud’un makalesi

4- Borderline hastaların iyileştikçe daha kötü, yani daha depresif hissettiklerine dair kendi klinik gözlemlerim.

Bunun sonunda Borderline Üçlüsü olarak adlandırılan bir kavram ortaya çıktı. Kendilik aktivasyonu anksiyeteye ve depresyona, bunlar da savunmaya yol açıyor.”

İşte Masterson burada betimlemiş olduğu kendilik kuramını, terk depresyonu kuramını, ilk çekirdeği olan nesne ilişkilerini de ortaya katarak netleştirmişti. Artık borderline üçlüsü olarak tanımladığı bir ana kuramı vardı. Üç saç ayağı üzerinde duruyordu. Bebek ne zaman ki kendiliğini gerçekleştirecek bir kendilik aktivasyonu yapıyor, o zaman anne libidinal enerjisini bebekten çekiyor. Çocuk terk depresyonuna düşüyor, anksiyete, bunaltı ve depresyona giriyordu. Bunun önünü alabilmek için de savunmaya başvuruyordu. Ergenlerde borderline kendilik bozukluğu veya kişilik bozukluğu olarak nitelendirdiği durum erişkinlerde de ne zaman bir kendilik aktivasyonu yaparlarsa, hemen ardından içsel nesne ilişkileri tasarımı aktifleşiyor, iç dünyaları kendilerini anksiteyete ve depresyona sokuyor, anksiyete ve depresyona dayanamayan birey bunlara karşı savunmalar üretiyordu.

İşte Masterson bu süreci, borderline kişilik bozukluğunu daha da geliştirerek, bunları bir kendilik bozukluğu kavramı olarak değerlendirdi. 1980li yıllara ulaştığında artık Masterson gelişimsel psikoloji, nesne ilişkileri, ego psikolojsi yanında kendine ait olan Kendilik kavramını geliştirecekti. Realself terimi, yani Gerçek Kendilik. Yıl 1985’lere gelmişti. 1985 yılında Realself’i yayınlayan Masterson bu kitapta şunlara vurgu yapıyordu.

Kendilik Üçlüsü dediği kendiliğe yapılan vurgu ego ve nesne ilişkileri perspektifinde bir değişime yol açtı. Ego ve nesne ilişkileri yanı sıra kendiliğin gelişimsel duraklamasının temel patoloji olduğu anlaşıldı. Hatta üçlünün sadece borderline değil bütün kişilik bozukluklarına uygulanabilir olduğu ortaya çıktı. Masterson bu noktadan itibaren sadece borderline kişilik bozukluklarına açılım ve tedavi stratejisi geliştiren bir klinisyen değil, artık bütün kendilik ve kişilik bozukluklarına izah tarzı getirebilecek bir kuramcı olmak üzere kendi kuramını inşa etmeye başlamıştı. Sonuçta bunu, kendilik üçlüsü bozuklukları olarak yeniden adlandırıldı. Artık sadece borderline bir klinik tabloya izah getirmiyor, tüm kişilik bozukluklarına kendi deyimi ile, “Kendilik Üçlüsü Bozuklukları” ismini veriyordu. Böylece yaklaşım gelişimsel, kendilik ve nesne ilişkileri yaklaşımı haline geldi.

Bütün kişilik bozukluklarının temel psikodinamik temelini kendilik üçlüsü bozukluğu olarak işaretlendirdi ve klinik olarak betimlendi. Bu çerçevede klinik işlemi, bu üçlünün klinik değişkenlerini tanımlamak, gelişimini devam ettirebilmesi için kendiliği özgür bırakıp savunmalarına karşı koruyabilecek şekilde müdahale ederek, kendiliğin ve terk depresyonun ortaya çıkması ve bunun derine çalışmasını sağlamak oldu. Bu çalışmanın sonucunda Masterson, Gerçek Kendilik, Görünen Kendilik ve Kendilik Bozukluklarının Psikoterapisi kitaplarını yayınlayarak, peş peşe bütün birikimini bu kitaplara aktararak kendi kuramını çerçeveleştirmiş ve netleştirmiş oldu. Sadece nesne ilişkileri, ego psikolojisi, dinamik kuram değil aynı zamanda bağlanma kuramı ve nörobiyolojik beyin araştırmalarına katkıda bulundu. Kendilik gelişimine yönelik olarak nörobiyolojik beyin araştırmalarının bu kurama iki önemli katkısı olmuştu.

Birinci katkısı bağlanma kuramı olarak anne ve çocuk arasındaki etkileşimlerin kendiliğin gelişime yönelik etkilerine dair kuramı doğrulayan ve zenginleştiren bilimsel açıdan bir temel sağlamasıdır.

İkincisi nörobiyolojik beyin araştırmalarının kendiliğin gelişime ve işleyişine dair ilk defa nöronla bir temel bulunmasını sağlamış olmasıdır. Masterson Kuramı bu şekilde çerçevelenip netleştikten sonra kuramın dayanağı olan Margaret Mahler, gelişimsel psikologlar ve bağlanma araştırmacıları arasındaki çelişkili yaklaşımların izahıydı.

Bilindiği gibi Masterson ilk defa borderline ergenler üzeride yaptığı çalışmalarda kuramını, Margeret Mahler’in bebekler ve çocuklar üzerinde yapmış olduğu çalışmalara ve makalesine dayandırmıştı. Orada da makalenin Mahler’in belirtmiş olduğu ayrışma ve bireyleşme döneminin yeniden yakınlaşma evresinde çocukların ikircikli tavırlarını ergenlerin ikircikli tavırlarıyla örtüştürmüştü. Annenin libidinal ulaşılabilirliğini temel nokta alarak annenin çocuğun libidinal ulaşılabilirliğine izin vermemesi sonucunda, çocuğun terk depresyonuna düştüğünü, bunun savunma ile telafi edilmeye çalıştığını betimleyen kuramını kurmuştu. Mahler’in kuramı uzunca bir süre tek kuram olarak, çocuğun gelişimsel yapısını izah eden gelişimsel psikolojinin ana kuramı olarak kaldı.

Fakat hemen ardından yapılan çalışmalarda özellikle Stern’in çalışmaları Mahler’in kuramını bir nevi tepetaklak, alaşağı etti. Mahler otistik ve sembiyotik dönemlerden bahsediyor, çocuğun ayrışma ve bireyleşme ile ilgili süreçlerini anlatıyordu.

Stern’in çalışmaları ise tamamen farklıydı. Mahler’in çalışması daha çok gözleme ve subjektif bir takım şeylere dayanırken, Stern’in çalışmaları daha çok objektif daha çok bilimsel kriterler ve daha çok ispat edilebilecek yapılara dayanıyordu. Mahler kuramında 0-2 ayı otistik, 3-18 ayı sembiyotik, 18-36 ayları ayrılma ve bireyleşme dönemi olarak adlandırılıyordu. Ayrılma ve bireyleşme dönemini farklılaşma, uygulama ve nesne sürekliliğine varılacak olan dönem olarak tanımlarken, Stern bu evrelerin hiç birinin olmadığını iddia ediyor ve Mahler’in bu çalışmaların karşı geliyordu. Stern’e göre ne bir otistik evre var idi, ne sembiyotik evre vardı, ne de ayrılma ve bireyleşme diye tanımlanan ve Mahler’in üç alt evresini, tanımlamış olduğu normal çocuktan hiç birinde gözükmüyordu.

Bunun yerine Stern’in kendisinin betimlemiş olduğu dört çekirdekten bahsediyordu. Stern’e göre çocuk anneyi bilişsel olarak doğumdan itibaren ayrı görmeye programlanmış bir şekilde doğuyordu. Çocuk dört evreden aktif bir şekilde geçiyordu ki, 0-2 görünen kendilik, 2-6 ay evresi çekirdek kendilik, 7-9 ayı özneler arası kendilik, 15- 18 aylık evreyi sözlü kendilik olarak tanımlıyordu.

Çocuk için annenin baştan itibaren ayrı bir varlık olduğunu vurguluyor ancak duygusal ayrılma konusunda bu kadar net olmadığını belirtiyordu. Ayrıca annenin çocuğun hakkında görüşlerinin, çocuğun gelişimi hakkında çok önemi olduğunu belirtiyordu. Bu durumda Masterson’ın kuramı Mahler’e dayanması itibari ile acaba çöküyor muydu? Stern Mahler’in belirtmiş olduğu “bir çocuğun gelişimi evreleri” olarak tanımlamış olduğu tüm evrelerin yokluğunu ispat etmiş ve göstermişti. O zaman Masterson’ın kuramı nereye oturacaktı? Daha da ötesi gelişimsel psikoloji açısından değil de sadece çocuğun nesne ile bağlantısı açısından daha objektif gözlemlere dayalı çalışmalar Bowlby’nin çalışmaları ile yapılmıştı ama klinisyenler tarafından göz ardı edilmişti.

1969 yıllarında başlayan bu çalışmalar daha sonra da öğrencileri Ainsworth tarafından devam ettirildiğinde çocukların nesnelerle ilgili olarak ilk on ay içerisinde hiç bir bağlantılarının bulunmadığını, daha sonradan bir bağlantı içerisinde olduğunu ifade etmişti. Bu da Mahler’in kuramına ters idi. Stern’in bir takım tespitlerine de tersti. Hiçbir sembiyotik, otistik evre olmadığı gibi on ay içerisinde çocuğun nesne ile bir bağlantısı yoktu. Bağlantı daha sonra kurulan bir yapıydı. İlk on ayda oluşuyordu. Yavaş yavaş oluşuyordu. Çocuğun anneden ayrışma dönemi daha sonra ortaya çıkıyordu. Bowlby’nin gözlemleri ayrılma aşamasına, hastaneye yatırılmaları veya yuvaya gitmeleri nedeni ile ayrılan çocukların tepkisine yönelikti. Tepkileri; karşı çıkma, yeniden birleşme arzusu, umutsuzluk ve kopma olmak üzere üç evreye bölmüştü. Yani bir çocuk aileden ayrıldığında önce karşı çıkıyor, ardından yeniden birleşme arzusu duyuyor. Fakat bu arzusu yerine getirilmediğinde, bir süre sonra umutsuzluk ve kopma duyguları yaşıyordu.

Bowlby’nin gözleme dayanan bu çalışmaları, Ainsworth tarafından bir laboratuar ortamında 12 aylık anneden hiç ayrılmamış bebeklerin tepkileri ölçüldüğünde çok ilginç sonuçlarla karşılaşıldı. Burada da anneden ayrılmayı hiç tecrübe etmemiş çocukların, anne ile ilişkilerinde, anne ayrıldığında ve geri döndüğünde verdikleri tepkiler farklıydı. Bir grup bebek, araştırmacılar tarafından güvenli bağlanma stili olarak tanımladıkları bir güvenli stil geliştirirken, bir grup bebek ise güvensiz stil olarak tanımlanan farklı bir stil geliştiriyordu. Bu güvensiz sitil de kendi arasında kaçınmacı ve ikircikli-dirençli olarak ikiye ayrılıyordu. Daha sonra yapılan daha derinliğine araştırmalarda üçüncü bir grup daha görüldü ki, bunlar da düzensiz-şaşkın olarak isimlendirildi.

1980li yılların ortalarında yapılan çalışmalarda erken dönemde edinilen bu bağlanma ilişkilerinin erişkinlik döneminde ve ileriki dönemlerde aynen devam ettiğini gösteren bir çok kanıt toplandı. Erken bağlanma düzeyinin daha sonraki yıllarda intrapsişik temsil olarak içeride bulunduğunu gösteriyordu ve bağlanma stilleri yetişkinlere kaydırıldı. 80li yılların ortalarında Main ve Goldwyn’in yaptığı çalışmalarda Yetişkin Bağlanma Görüşmesi ismi altında yapılan, geliştirilen ölçeklerle, yetişkinlerin de birbirleri ile olan bağlanma stillerinin güvenli ve güvensiz olmak üzere iki ana grupta, güvensizin de kendi içerisinde kayıtsız ve endişeli, üçüncü grup olarak çözümsüz ve düzensiz, dördüncü grupta güvensiz bağlanma stili geliştirdikleri görülmüştü. Güvensiz bağlanma stili olan annelerin çocuklarında aynı şekilde, kendilerinin güvensiz bağlanma stillerini çocuklarına aktarırken, güvenli bağlanma stili olan annelerin çocukları da güvenli bağlanma stili ile gelişiyorlardı.

Bu yapı da Mahler’in yapısına ters idi. Bu durumda Masterson’ın dayanmış olduğu Mahler’in kuramı bir taraftan çöküyor diğer taraftan da olayları izah etme açısından çalışıyordu. Masterson bu çalışmaları bir değerlendirme yapmak için bir araya getirdi. Yapılan araştırmaların sonucunda, özellikle Margaret Mahler’in yapmış olduğu çalışmanın, denek grubunun patolojik annelerin çocuk gruplarından oluşturulmuş olduğu anlaşılmıştı. Bu da gösteriyor ki normal çocuklardaki gelişimle patolojik ailelerin çocuklarındaki gelişim süreçleri farklıydı. Bu Mahler’in bulduğu bulguların yanlış değil, borderline annelerin özellikle çocukların gelişim stratejilerine uygun olduğunu betimliyordu. Normal sağlıklı çocuklarda gözükmeyen dönemsel yapılar, patolojik annelerin çocuklarında rahatlıkla ortaya çıkabiliyordu. Bu bulgular Masterson’un bulguları ile örtüşüyordu. Patolojik anne yani libidinal ulaşılabilirliği mümkün olmayan annelerin bebeklerinde gelişimsel duraklama ortaya çıkıyor veya patolojik gelişme ortaya çıkıyor, dolayısı ile bunların borderline yapılanması anneyle ilintilendiriliyordu.

Masterson kuramının temelinde borderline patolojilerinin veya kendilik patolojilerinin gelişiminin anne ile ilintili olduğuna dair temel bakış tarzı vardı. Bakıcının yeteri kadar bakıcılık fonksiyonlarını üstlenmemesi sonucunda ağır ciddi kendilik bozuklukları ortaya çıkıyordu ki, Margaret Mahler’in çalışmaları bunları doğruluyordu. Stern’in çalışmalarına bakıldığında, Margaret Mahler’in çalışmaları ile aynı değildi. Stern’in çalıştığı grup daha normal gruplar olması nedeni ile, Masterson’a göre, Mahler’in elde ettiği bulgulara ulaşamıyordu.

Farklı kuramların farklı şekillerde ortaya çıkmış olması, Masterson’ın bu kuramsal farklılıkları ve araştırmaları kendi aralarında entegre etme ve bütünleştirme gibi bir rol üstlenmesine neden oldu. Tam bu sırada Masterson bu kuramları bir araya getirebilecek yeni açılımlar getirmeye çalıştı. Margaret Mahler’in yapmış olduğu çalışmalar borderline kendilik patolojilerini izahta bize çok iyi bir açılım sağlıyor… Klinik tabloları izah etmede ve uygulayacağımız teknik yaklaşımların, tedavi yaklaşımlarının araştırılmasını ve sonuçlandırmasını temin ediyor… Borderline yapılarda bu şekilde sağlıklı sonuçlara ulaşılırken, narsisistik yapılarda benzer yaklaşım tarzlarını uygulayamıyorduk. Stern’in izah etmiş olduğu başlangıçtan itibaren kendiliğin gelişimi ile ilgili çekirdek kendiliklerin oluşması, bizi narsisistik patolojilerin izahında Stern’in teorisinin daha uygun olabileceğine dair bir yaklaşıma götürüyordu. Bowlby’nin bağlanma ile ilgili yapısı ise şizoid yapıların izahını bize gösteriyordu. Masterson bu konuyu Freud’dan alıntı olarak değerlendiriyordu. Masterson şöyle diyordu;

“Freud klinik çalışmasında üzerinde çalıştığı klinik problemi daha iyi aydınlatabilmek için, kendi kuramsal modelini değiştirmişti. Örneğin topografik modelden yapısal modele geçmişti. Aynı şekilde bu gelişimsel kuramlara da üzerinde çalıştığımız klinik problemlerin şu ya da bu taraflarını daha iyi aydınlatabilecek işleyen kuramlar olarak bakmalıyız.”

Burada da Masterson farklı araştırma sonuçlarının bir potada eritilebileceği, klinik tabloları izahta bu çalışmaların hepsinin de değerli olabileceği bakış tarzı ile bu kuramları birleştirmeye çalıştı

Margaret Mahler’in yapmış olduğu borderline annelerin çocukları üzerinde, borderline bebeklerin gelişimsel duraklamasını, borderline kendilik bozuklukların izahında kullanırken, narsisistik patolojilerle karşılaştığımız durumlarda, Stern’in kendilik çekirdeğinin gelişimi ile ilgili bir yapıyı izah tarzı olarak kullandı. Bowlby’nin ve takipçilerinin yapmış olduğu bağlanma kuramları ile ilgili klinik tabloları da şizoid patolojilerin izahında kullanan bir ortak noktada birleştirmeye çalışıyordu. Allan Schore çalışması ise daha çok nörobiyolojik bozuklukların nesnel temellerine ulaşmaya çalışıyordu. Masterson bir taraftan bu çalışmaların daha da çok gelişmesi gerektiğine, geniş denek gruplarında kültüre özgü değişimlerin de sistemin içerisine katılmasına dair örneklerini getiriyordu. Bu konuda çalışmaların eksik olduğunu betimliyordu. Özellikle mizaç ve gelişimin güçlü bir belirleyicisi olan kültür gibi bir faktörün, Chess ve Thomas’a atıfta bulunarak hesaba katılması gerektiğini ifade ediyordu. “Normal” veya “ortalama sağlık” gibi gelip geçici ne olduğu belirsiz olan, bir takım tanımlamalardan sıyrılarak bilim adamlarının evrensel, ortak, daha çok nörobiyolojik çalışmalara bizi götürecek tanımlamalarla uğraşması gerektiğini ifade ediyordu. Masterson’un kuramsal yapıları birleştirmesindeki bu yaklaşım tarzı, klinik tabloda bütün kuramların ya da çalışmaların yararlı olabileceğini gösteren hoş bir örnek olarak önümüzde duruyor.

Masterson Stern’in çalışmalarını özetleyerek, itirazları saklı kalmak üzere on bir madde altında betimledi. Stern’in çalışmalarındaki temel bulgular ve iddialar şöyleydi:

1-Çocuk doğumdan itibaren gerçeklikle duygusal deneyimi düzenlemeye çalışan tamamen aktif bir aygıtla donanmış bir halde algısal olarak ayrı bir varlık olmaya programlanmıştır.

2- Çocuk ile kendiliği düzenleyen nesne arasında baştan itibaren çok aktif bir diyalog vardır. Çocuk kendi gelişiminin ortak yaratıcısıdır.

3- Uyarıcı engeli, farklılaşmamış evre, otistik ve ortak yaşamsal evreler yoktur.

4- Kendilik ve kendiliği düzenleyen nesne temsilcileri baştan itibaren paralel olarak olgunlaşırlar.

5- İçselleştirmenin özel aracı orallik değil, esasen bütün duygusal algısal durumlar içselleştirmeye katılırlar.

6- İd ve haz ilkesi, ego ve gerçeklik ilkesinden önce gelmez, eşzamanlı bir diyalektik, hayatın başlangıç noktasından itibaren yavaş yavaş gelişir.

7- İnsanlar arası bağlantının temel alanları, çocuğun kendilik düzenleyici ötekilerle etkileşim temellerini aktif inşası ile yavaş yavaş gelişir.

8- Dört kendilik algısı vardır.

Ortaya çıkan kendilik,

Gerçek kendilik,

Özneler arası kendilik

Sözel kendilik

9- Kendilik algıları birincil düzenleyicilerdir, duyarlı dönemler vardır bunlar hayat boyunca sürer. Bağımlılık özerklik meseleleri dönemsel değil, hayat boyu süren meselelerdir.

10- Kişisel arası deneyimin paylaşımı ya da zihinsel durumlar, kendiliğin gelişimi için uyum yaratır.

11- Seçici uyum, çocuğun öznel hayatını ciddi olarak şekillendirir. Yani çocuk bu yolla kendisi için belli bir annenin çocuğu olur. Burada görüldüğü gibi Mahler’in yapısına tamamen ters iddialar içinde bulunmaktadır.

Masterson burada Stern’i eleştirirken, duygusal ayrılma eksenini en aza indirgemiş, aslında öteki ayrı çekirdek bir merkez bulup “hala çocuk tarafından algılanmaktadır” diyerek bir çelişki olduğunu ifade etmiştir. Bir çocuk nasıl hem karşısındakini ayrı olarak algılayıp hem de eylemlerin ötekinden geldiğini algılayamaz şeklinde bir soru sormuştur.

Eğer çocuk bunu duygusal olarak yapamıyorsa burada duygusal ayrılık konusunda bir yetersizlik bulunmalıdır demektedir. Bu durumu Stern’in Mahler’e karşı tepkisel bir tavrı olduğunu ifade etmektedir. Masterson bir taraftan gelişimsel psikoloji ile bağlanma stilleri ile araştırmacıların arasını bulup, onlarla bir konsensus kurmaya çalışırken diğer taraftan benzer alanda çalışan klinisyenlerle benzerlik ve farklılıklarını ortaya koymaya çalışmaktadır.

Borderline kişilik bozukluklarında veya kendilik bozukluklarında kırılganlığı ön plana alan çalışmacılarla bunların biraz olayı abarttığını ifade ediyor… Nesne ilişkileri kuramı ile ilgili olarak Kernberg’i saldırganlığın ve doğuştan getirilen genetik materyalin gereğinden fazla üzerinde durulması ve annenin etkisinin aza indirilmesi açısından eleştiriyor.

Kohut ve kendilik psikolojisi açısından baktığımızda annenin rolü ve kusurlu aynalaması ile ortak ittifak halinde dururken kuramsal olarak tedavi tekniklerinin hatalı olduğu ve -mış gibi iyileşmelerini belirterek eleştirel yaklaşımını gündeme getiriyor. Onun yanında Adler’in, açıklamaları ile ilgili tepkilerini ortaya koyuyor. Klinik pisikoanalistlerle ilgili benzerlikleri, Kleincı analistlerle ilgili benzerliklerini ve aykırılıklarını ortaya koyarak kendi kuramının altını çiziyor.

Kendilik

Masterson Kuramının ana çekirdeği gerçek kendilik. Masterson gerçek kendilikle ilgili, “Gerçek Kendilik” isimli kitabında şöyle başlıyor:

“Geriye dönük baktığımda, neredeyse 30 senedir yavaş yavaş derinlemesine, kendilik çekirdeği ve kendilik bozukluklarını kastediyorum, anlayıp analiz edebilmek için etrafımdaki katmanları sindirmeye çalışarak, kendiliğin duygusal problemleri etrafında dönüp durduğumu görüyorum. Örneğin çalışmama en dışarıdaki katmandan başlamıştım, ergenlik döneminde görülen kendilik bozukluklarının teşhisine, tanımlayıcı yaklaşımım beni bir sonraki katmana yönlendirdi. Ergenlik döneminde görülen kendilik bozukluklarının çalışmasının odak noktasını, hayatın ilk üç yılına kaydırılan, psikoanalitik yaklaşıma. Daha derin katmana girmemi sağlayan katman ise normal ayrılma bireyselleşme kavramını, nesne ilişkilerini kavramak oldu. Bu çalışmalar ‘75’te, ‘82’de, ‘83’te devam etti. Her ne kadar, bireyselleşme teorisinde bu teori kendiliği değil, nesne ilişkilerini vurguluyordu. Kendilik sadece bir tamamlayıcı rolü görüyor gibi oluyordu. Kendiliğin psikoanalitik teorilerindeki karışıklık ise bu problemi karmaşık hale getirmekten başka bir şeye yaramıyordu. Konseptiyel boşluk yeteri kadar ego ve ego kimliği konseptleriyle doldurulmuştu. Ne var ki hastanın problemlerini anlama konusunda ve psikoterapideki ilerlemeler de hep bu gelişmeler sonucunda ortaya çıkmıştı. Yine de sessizliğe ulaşmak hala zordu ve problem çözülemiyordu. Buna rağmen kendilik klinik varlığını ortaya koymayı ve daha fazla baskı yapmayı sürdürüyordu. Terapi görmüş borderline adölesanların, ki sene 1980 tedavisinde kendilik imajını, kendilik aktivasyonunun ve kendilik düzenlemesinin önemi neon ışıkları ile kendini belli ediyordu. Aynı zamanda başka yerlerde belirttiği sebeplerden ötürü, Kohut’un kendilik anlayışı özellikle borderline hastalarının üzerindeki terapötik çıkarımları üstünde büyük bir istek bırakır olmuştu.”

Giderek kendilik kavramının nasıl oluşmaya çalıştığını anlatmaya çalışıyordu Masterson. Masterson kendilik kavramını öncelikle nesne ilişkilerindeki, kendilik kavramından, ardından Kohut’un kendilik kavramından yola çıkarak, “Gerçek Kendilik” kavramına ulaşarak ayrı bir kendilik tanımlaması yaptı. Kendilik tanımlamasında bütün ruhsal aygıtın ana çekirdeğini oluşturan yapının aslında, kendilik olduğunu belirledi ve kendiliğin kendi başına ayrı bir ruhsal yapı olduğunu, kendisine ait bir psikolojik yapısı olduğunu, kendisine ait bir gelişimsel süreci bulunduğunu, bunun net bir şekilde tanımlanması gerektiğine işaret etti. Kendi kuramını aslında “Kendilik Psikolojisi Kuramı” olarak netleştirdi diyebiliriz. Gerçek kendilik kuramının ortasına oturttuğu gerçek kendilik kavramının nasıl geliştiğini ve nelerden oluştuğu ile ilgili, bir yol haritasına baktığımızda, bu yol haritasında Freud’a ulaştığını anlıyoruz.

Freud’un Almanca “ich” kelimesi, bir taraftan ego’ya atıf yaparken, bir taraftan kendiliğe atıf yapan bir kelime idi. Fakat bunun ingilizceye tercüme edilmesi ile beraber, “ich” kelimesinin “ego” kısmının ağırlık bastığı ve kendilik kısmının eksik kaldığını gösterdi. Fakat kendilikle ego arasındaki, iki tarafı da izah eden “ich” kelimesi, Freud’un bu konuyu flu bırakması, zaman zaman “ich”ı kendilik yerine, zaman zaman “ego” yerine kullanması, ego ile kendilik arasında ayrım yapmaması nedeniyle, sürüncemede kalmıştır. Dolayısı ile onun takipçileri, “ich” kelimesini zaman zaman kendilik yönüne vurgu yapan, zaman zaman da ego kısmına vurgu yapan, iki ayrı psikoanalitik ekolün gelişmesine neden olmuştu.

Bu ekollere baktığımızda, nevrozlarla ödipal çalışmaları yürüten psikoanalistlerin daha çok “ich” kelimesini ego bağlamında ele alarak çözdüklerini görüyoruz. Kendilik kısmını ise bir nevi göz ardı ediyorlardı. Ama bir kısım çalışmacılar ise daha çok kendilik kelimesi üzerine ve kendilik patolojisi üzerine yoğunlaşıyorlardı. Bunlar daha çok pre-ödipal döneme kendisini odaklayan çalışmacılar idi. Sistem otomatik olarak “ich” kelimesinin kendilik kısmına odaklananların, daha çok pre-ödipal patolojilerle ilgilendiğini, ego olarak anlamlandıran ve o kısmına odaklanan psikoanalistlerin ise, daha çok ödipal ve nevrotik düzlemdeki patolojilerle ilgilendiğini görüyoruz.

Kendilik psikolojisine odaklanan psikoanalistlerden ve Freud’dan ayrılan Jung’u burada ifade etmenin yanında, Otto Rank, Adler’i, Horney, Sullivan’ı daha çok kendilik üzerinde çalışma yapan araştırmacılar olarak değerlendirmek mümkündür.

Egoya vurgu yapanların çoğu, daha çok nevrotik ve ödipal yapılar üzerine çalışma yapmayı tercih ediyorlar ve şiddetle yapısal teorinin, id, ego, süperego’nun altını çiziyorlardı. Nesnel ve teorik olanı vurgulamaya meyilli oluyorlar, bazen de kendiliğin öznel ve yaratıcı kısmını ihmal ediyorlar ve mekanik bir tutum sergiliyorlardı. Halbuki “ich” teriminin diğer anlamını, yani bütün bir insan olarak kendilik anlamını bütünlük olarak kavrayanlar ise, psikozlar, kişilik bozuklukları, kendiliğin ödipal öncesi safhaları ve kendilik konusu üzerindeki çalışmalara yöneliyorlardı. Nesnel ve teorik konulara yeterince eğilmiyor, daha çok öznel, kişisel, deneysel konulara eğiliyorlardı. Bu grubun neredeyse bilinçdışına zarar verecek seviyede ve aklın daha kuramcı ve nesnel işlemesine yönelen vurgusu da benzer şekilde hem derinlik hem de nesnel açıdan kayba yol açmıştı. Id kelimesini hem kendilik, hem de ego anlamında kullanarak bir orta yolu bulan uzlaşıcıların da, ego psikolojisi ve nesnel ilişkiler teorisi alanında ele aldığını belirtebiliriz. Bunlara örnek olarak ta Hartmann’ı verebiliriz.

Hartmann kendiliği tam bir kişi, egoyu bir sistem,( id, ego, süperego üçlüsünün bir parçası olarak) ve kendilik temsilini de kendiliğin intrapsişik temsili olarak ayırmıştı. Aynı zamanda narsisizmi de, kendilik temsilinin libidinal bir araştırması olarak tanımlamıştı. Sonra Jacobson 1964’te psikotiklerle çalışmak için bu konsepti, yani kendilik temsilini fiziksel ve zihinsel kendiliğin, ego sistemi içindeki bilinçdışı, bilinçöncesi temsilcileri olarak tanımlayarak daha ileri götürdü. Kernberg (1982) ise kendiliği tam bir kişi olarak ifade etmek için, karakter terimini kullandı. Kendilik terimini ise ‘egodaki nesne temsillerinin toplamları ile yakın temasta olan kendilik temsilcileri’ni kullanmayı tercih etti. Hartmann’ın tam karşıtı bir şekilde Kernberg kendiliğin ve nesne emsillerinin her ikisinde de hem libidinal hem de agresif bir şekilde kuşatıldığını düşünüyordu.

Kohut ise tamamen farklı bir çizgi ele aldı. 1970li yıllarda, narsisistik kişilik bozuklukları ile ilgili yaptığı çalışmalarda kendiliği; kendi gelişimini ve nesne temsillerinin gelişimi ve nesne libidosundan ayrı bir çizgide yaşayan narsisistik libido ile birbirine geçmiş kendilik nesneleri olarak değerlendirdi. Diğer bir deyişle kendiliğin nesneden ayrılması diye bir şey yoktu, daha ziyade kendilik nesnelerinin bir sezgisel olgunluğa doğru gelişimi söz konusuydu. Dolayısı ile Kohut kendiliğin yapısını, kendisine ait fonksiyonları olan, kendine ait psikolojisi ve psikopatolojileri ve gelişimi olan bir süreç olarak tanımladı.

Masterson’a göre, Kohut’un bu teorisi nesne ilişkileri teorisi ile yarışmaktadır. Kendiliğin nesneden ayrıldığı araştırmalarının bulgularına zıt düşmektedir. Masterson yaptığı çalışmalarda, ergenlerle başlayan hikayesinin sonuçta kendiliğe gelip oturduğunu ifade etti. Dolayısı ile borderline ve şizoid kendilik bozukluklarını anlayabilmek için, kendilik kavramının yeniden tanımlanması ve çerçevesinin çizilmesi, psikopatolojilerinin belirlenmesine ihtiyaç duydu. Bu çerçevede bütün bu yapılan tanımlamaları, kendilik bozukluklarının çekirdeğine, kendiliğe oturttu.

Masterson hastalarla yaptığı çalışmalarında tedavi süreçlerinde, tedavi süreçlerinin en önemli noktalarının hastalarının kendilik aktivasyonlarını gerçekleştirmesi, kendilik kapasitelerini artırması, burada da terapistin rolünün bu süreçlere katkısı olan bir ebeveyn rolü olduğunu görmüştü. Sonradan adına iletişimsel örtüşme ismini vermiş olduğu müdahaleye baktı. Kendisinin İletişimsel Örtüşme ismini verdiği müdahale stratejisi; hasta kendilik aktivasyonu gerçekleştirdiğinde, bunun içeriğinde bulunan ilgi alanlarını rahatlıkla onunla konuşmak ve onu cesaretlendirmekti. Bu terimi Mahler’in yeniden yakıt alma veya yakıt ihmali terimine benzetebiliriz. Mahler, çocuğun bireyselleştiği ve ayrışma içinde olduğu dönemde, kendi öznel tecrübelerini de ekleyerek, anneden ayrılarak kendilik aktivasyonları gerçekleştirdiği esnada zaman zaman anneye dönerek, annenin orada varlığını, desteğini ve durduğunu hissettikten sonra, tekrar eylemine döndüğünü söylemektedir. İletişimsel eşleştirme veya örtüştürme, hastanın kendini ifade etmesine ve güçlenip serpilmesine yardımcı olmaktadır. Bu yaklaşım tarzı aynı zamanda, terapötik nesnellik kazanılmış olmakta ve ödüllendirme için farklı birimleri harekete geçirmemektedir. Geçmiş vakalar üzerinde değerlendirmeler yapıldığında, iletimsel örtüşme yapılan vakaların geriye bakıldığında kendini ifade edişinin kabul edilmesinin, paylaşma çabasının ve aklının kendiliğini daha içselleştirdiğini, kendi ilgisi ve kapasitesini harekete geçirdiğini çok net bir şekilde göstermektedir.

Gerçek Kendilik

Gerçek kendilik nedir? Gerçek kendiliği: ufak parçalardan büyük parçalara giden, içinde kendilik, nesne ve ikisinin arasında duyguları bütünleştiren farklı bir birimden yüksek organizasyonlara doğru giden bir süreç olarak görmek mümkündür.

Masterson gerçek kendiliği dört katmanda tanımlamaktadır: Kendilik Tasarımı, Kendilik Temsili, Kendilik Organizasyonu ve Tam Kendilik dediği dört aşamalı bu yapılandırmada kendilik tasarımını, kişinin belirli bir zaman ve durum dahilinde kendi gözündeki imajı olarak tanımlamakta. Kendilik tasarımından daha uzun süreli bir tasarım olan kendilik temsili, ego tarafında bireyin farklı zamanlarda edindiği gerçekçi ve hasarlı çok sayıda kendilik tasarımından oluştuğunu ifade etmekte. Bu tasarımlar bilinçli ya da bilinçsiz olabilir. Aktif ya da durağan olarak kendini tanımlayabilir. Düzenli ya da tertipli kendilik organizasyonu dediği şey ise, özel deneyimler farklı sayıda kendilik temsili tarafından düzenlenebildiğinden ötürü, ben ya da zihin içinde bulunduğu bir durum, başka ya da farklı bir zihinsel vaziyette aynı olmayabilir.

İşte kendilik organizasyonu terimi, çeşitli ikincil kendilik tasarımları ve temsillerinin kopyalanması ve düzenlenmesi için kullanılır. Terim bu iki eylemi birbirine bağlar. Aralarında devamlı ve birlikte, tam olmasını sağlar. Tam kendilik ise bireyin gerçeklik içerisindeki fiziksel ve zihinsel organizasyonunu içeren tam kişiliği, kişinin kendisi dışındaki diğer kişi ve nesnelere giden kendi karakteridir. Bir duyarlılık kavramıdır.

Gerçek kendilik düşünen, içsel olarak doğuştan getirilen, kendilik kapasitelerini aktifleştiren, dış odaklı olmayan, sahte kendiliği barındırmayan, kendiliğin içsel-doğal-özgün halidir. Bu ancak uygun ortamlarda beslenir ve gelişir. Çevresel faktörler çocuğun, bebeğin gelişmesi esnasında gerçek kendiliğini aktive ediyorsa çocuk bu çalışmayı aktifleştirir. İçindeki gerçek kendilik potansiyellerini hayata taşır.

Bu Winnicott’un doğru kendilik kavramından farklı bir kavramdır. Masterson bu konuyu şöyle ifade etmekte:

“Winnicott’un gerçek ve sahte kendilikle ilgili teorisi birkaç tane olduğu halde, doğru kendilik kavramında benim gerçek kendilikle ilgili tutumum ve kavramıma epey yaklaştığını da kabul ediyorum. Doğru kendilik spontane davranış ve sistemin kaynağı olan teorik pozisyondur. Spontane davranış, doğru kendiliğin hareket halindeki şeklidir. Sadece doğru kendilik yaratıcı olabilir ve gerçek hissedebilir. (Sayfa 148.) Ben de doğru ya da gerçek kendiliğin, gerçek hissetmesi dışında gerçeklik dahilinde de bir işlevi olduğunun altını çizerdim. Erikson’un 1968 bakış açısından, ego kimliğinden ziyade kimlik kavramının, kendilik kimliği tarafından bahsediyorum. Kendilik kimliğine Erikson’un kişiler arası bakışından değil, intrapsişik bir perspektiften bakıyorum” demiştir.

Burada hemen Winnicott’un doğru kendiliğinden ve hem de Erikson’un psikososyal olarak, ego kimliğinden kendisini nasıl ayırt ettiğini ifade etmiştir. Gerçek kendilik, şizoid, narsisist ve borderline kendilik bozukluklarında gördüğümüz sahte kendiliklerden kişinin özünü ve gerçek kendiliğini ayırmak için özellikle kullanması gereken bir terimdir. Gerçek kendilik kişinin doğal yeteneğine, içsel potansiyellerine uygun kendiliklerdir. Halbuki sahte kendilikler savunmaya bağlı kendiliklerdir. Kişiyi gerçek kendiliğin deneyimleyeceği sıkıntılardan depresyonlardan korumak için oluşturulmuş kendiliklerdir.

Gerçek kendilik ve ego arasındaki bağlantıya bakacak olursak, Masterson gerçek kendilikle ego arasında şöyle bir bağlantı olduğunu ifade etmiştir. Gerçek kendilik, egonun paralel bir ortağı şeklinde var olur. Ve kendine ait bir gelişme ve kapasiteleri ile kendisine ait psikopatolojisine sahiptir. Ego ve kendilik aynı koşumda iki at gibi birbirlerine teğet bir şekilde birlikte gelişir ve çalışırlar. Eğer ego gelişiminde bir durma olursa kendilikte de olur. Kendiliğin bir yönü -belirgin bir şekilde bundan çok daha fazlası olduğu halde- egonun temsili bir kolu olarak görülebilir. Egonun bir tarafı da istem ve irade ile uğraştığı için, bireyselleşmenin ödüllendirilmesi ve harekete geçirilmesi sonucu kendiliğin yardımcı uzantısı olarak görülebilir demektir. Gördüğünüz gibi Masterson gerçek kendilikle egoyu at başı giden ve birbirine destek olan bir süreç olarak görmektedir.

İçimizdeki engellenme veya gelişimsel bir duraklamaya bağlı bir patolojik yapılanma, diğerini de engellemekte ve gelişimsel duraklamaya gitmektedir veya patolojik gelişime neden olmaktadır. Masterson gerçek kendilik kelimesini alırken, Erik Erikson’dan çok yararlanmıştır. Erikson’un kimlik krizi, kimlik bocalaması, ters kimlik veya hasta kimlik olarak tanımlamış olduğu, tam kendiliğin farklı şekillerde patolojik görünümünü anlatan kelimeleri, kimlik yerine, kendilik kavramını oluşturmuştur. Mastersona göre tam kendilik ergenlikle beraber psikososyal gelişimlerle netlik kazanır ve tam halini alır. Bu da olgunlaşmış, güçlü potansiyellerini geliştirmiş, cinsel kimliğini kabullenmiş, hem kendilik imgesini hem de ruhsal kendiliğini içine sindirmiş bir yapıdan bahseder.

Erik Erikson’un ego kendiliği veya ego kimliği, kendilik kimliği diye tanımladığı şeyi Masterson kendilik tasarımı ve kendilik olarak tanımlar. Masterson Erikson’un kendilik tanımı ile kendi kendilik tanımını şu şekilde belirlemektedir:

Erikson kendilik konusunu biraz daha açarak şöyle değerlendiriyor. “Ben’in daha önce nerede olduğunu ve daha bundan sonra nereye gideceğimi bilmeden; vücudu, karakteri ve hayatı boyunca oynamak için atandığı rolleri gördüğü ya da deneyimlediği zaman yansıttığı şeyi bizim birleşik kendiliğimizde oluşan çeşitli kendiliklerdir.” Erikson psikoanalizlere, kastettikleri asıl şeyin “ben” in bir nesnesi olarak kendilik olduğu durumlarda, ego kelimesini olarak kullanmaya devam etmemelerini de tavsiye etmiştir”.

Kendilik Kapasiteleri

Masterson kendiliğin ayrı bir zihinsel örgütlenme ayrı bir zihinsel yapı olduğunu ifade etmiştir. Egonun yanında kendilik içinde, hem kendilik tasarımlarını hem nesne tasarımlarını hem de bu aradaki duyguları belirleyen, komple bir yapı olduğunu söylemiştir. Bu yapının desteklenmesi sayesinde belirli kapasitelere ulaştığını, eğer bu desteklenmez ise bu kapasitenin ortaya çıkamadığını ve bir takım savunmalara bağlı kendilik bozukluklarının ortaya çıktığını ifade etmiştir. Eğer bugün sağlıklı çalışma içerisinde ve sağlıklı ortamda yetişmiş bir bireyden bahsediyorsak, aşağıdaki maddeleri içeren kendilik kapasitelerinin o bireyde gelişmesi gerektiğini ifade etmektedir Masterson.

Birinci olarak; sağlıklı bir birey sağlıklı bir gerçek kendilik geliştirmişse, duyguları spontandır, canlıdır, içtendir ve doğaldır. Duygularını derinlik ve canlılık içerisinde, kuvvetli, heyecan dolu, doğal bir şekilde hissetmesi gerekmektedir.

İkinci olarak; kişinin kendini kendi olarak kabul etmesi, ailesi, ebeveynleri tarafından ortaya çıkmaya başlayan kendiliğin kabul ve desteği ile güçlenen erken dönem deneyimleri sonucu algı olarak ortaya çıkan, kendine uygun otorite ve idari tecrübelerle elde etmesi gerektiğini hak kazandığına ikna olması duygusudur. Bu algı tabii borderline bozukluklarda iyiden iyiye zayıflamış, narsisistik bozukluklarda gereğinden fazla şişirilmiştir. Yani borderline yapılar kendilikte, kendini zayıf, yetersiz ve değersiz hissederken, narsisist kişilik bozukluğu patolojik olarak şişirilmiş bir yapı sergileyebilmektedir.

Kendilik kapasitesinin üçüncüsü; kendilik aktivasyonu ve kendilik aktivasyonunun desteğidir. Kişinin kendine has bireyselleşme deneyimlerini tanımlama ve onları gerçek hayatta ifade edebilme, destekleme, saldırılara maruz kaldığında savunabilmek için bağımsız bir inisiyatif kullanabilme ve kendi gücünü kendisine inandırabilme kapasitesidir.

Dördüncüsü; kendilik aktivasyonun kabulü ve güvenin sağlanmasıdır. Kişinin kendiliğinin her iki anlamda da aktif ve çevresel bir durum ya da etkileşimle olumlu ve uyumlu bir tavırla başa çıktığını tanımlayıp kabul etmesi… Bu kabul uygun kendine güvenin bağımsız bir şekilde harekete geçebilmesi için gerekli olan itici bir güçtür.

Beşincisi; acı veren duyguları yatıştırmak. Bağımız bir şekilde plan yapma kapasitesi, acı veren duyguları sınırlama, minimuma indirme ve yatıştırmaya yarar.

Altıncı madde; kendiliğin devamı etkili bir üst organizasyon sayesinde belirli bir tecrübenin öznesi olarak derin zaman içerisinde devamlılığını sürdürdüğü, başka bir deneyim halinde benle özdeşebildiğinin teşviki ve kabulüdür.

Yedinci; bağlılık, kendini bir nesne veya ilişkiye adamak, bütün engellere rağmen hedefe ulaşmada ısrarcı davranmaktır.

Sekizinci; yaratıcılık, kendiliğin tanıdık modellerini yeni ve farklı hale dönüştürmek için kullanmak.

Dokuzuncu; içtenlik, kendi ile yakın bir ilişki içerisinde, ilişkinin bitmesi ve terk edilme korkusunda minimum kaygı hissederek kendiliği tam olarak ifade edebilme kapasitesi.

Onuncusu da; özerk ve bağımsız hareket edebilme kapasitesi olarak tanımlanmaktadır.

Çalışmalarında, ebeveynin, çocuğun gerçek kendiliğinin gelişiminde kabul etmesi ve gerçek kendiliğin gelişimine fırsat vermesi çok önemlidir. Bu gerçek kendilik doğal ortamda, doğal güçlerin birleştiği şemsiye altında ortaya çıkar ve gelişir. Bu şemsiyenin içerisinde yapısal donanımlar, genetik biyolojik yapı ve anne babanın hayatın o önemli üç yılında ortaya çıkarken yaptığı destek çok önemlidir. Ebeveynin, ilk üç yıl ve daha sonraki dönemlerde ve ergenlik döneminde çocuğun gerçek kendiliğinin aktif olduğu dönemlerde onu desteklemesi, onun potansiyellerini hayata taşımasına yardımcı olması, gerçek kendiliğin aktive olması için çok önemlidir.

Çocuğu sadece yedirmek-içirmek, sadece fiziksel donanımlar vermek değil onun ruhsal dünyasındaki potansiyelleri hissetmek, onunla eşduyumsal empatiye girmek, onun gerçek kendiliğini aktive edecek yapıları cesaretlendirmek, gerçek kendiliğin ortaya çıkması için gerekli temel şartlardır. Bu tip ortamda yetişen çocuklar, ailelerinden aldıkları destekle, kendi içsel potansiyellerine yönelirler, iç dünyalarındaki gerçek kendiliği aktive ederler. Yaratıcılıklarını, içtenliklerini, özgüven duygularını, acılara karşı yatıştırabilme kapasitelerini ve diğer kendilik kapasitelerini ebeveynleri sayesinde hayata taşırlar.

Ebeveynleri şayet gerçek kendiliklerini hayata taşıyacakları süreçte çocuklarına destek olamaz, tam tersi köstek olurlar, çocuğun ruhsal gelişimini engeller, kısıtlar, kendilik potansiyellerini hayata taşımasına engel olurlar ise o zaman karşımıza Kendilik Bozuklukları diye tanımlayacağımız, kişilik veya kendilik bozuklukları çıkmaktadır. Borderline, narsisistik, şizoid gibi bozukluklar, ebeveynleri tarafından destek bulamayan çocukların kendiliklerini hayata taşıyamamaları sonucu, savunma olarak geliştirdikleri kişilik örgütlenmeleri yapılarıdır.

Masterson Yaklaşımı’na göre kendilik bozukluklarının sınıflandırılması

Masterson kuramı geliştikçe öncelikle gelişimsel psikoloji ve ego psikolojisiyle başlayan çalışmalar daha sonra kuramın temelini kendilik bozukluklarına oturtmuştur. Bu nedenle kişilik bozuklukları tanımından ve teriminden vazgeçilmiş onun yerine “kendilik bozuklukları” terimi kullanılmaya başlanmıştır. Deskriptif yaklaşım tarzına göre DSM-IV’teki kişilik bozuklukları sınıflandırılması A kümesi B kümesi ve C kümesi olarak ayırt edilmişti. A kümesinde 1- Paranoid: ki bunun içinde şüphecilik, aşırı hassasiyet, kısıtlı duygulanım durumu söz konusudur. 2- Şizoid Kişilik Bozukluğu: Bunun içinde duygusal soğukluk, ilgisizlik, arkadaş edinememe gibi faktörler vardır. 3- Şizotipal Kişilik Bozukluğu: ki bunun içinde esrarengiz düşünce, referans fikirleri, sosyal tecrit, tekrarlanan yanılsamalar, garip konuşma, yüz yüze ilişkilerde zayıflık, şüphecilik ve sosyal anksiyete bulunmaktadır.

DSM-IV’e göre kişilik bozukluklarının ikinci grubunda B kümesi bozuklukları yer almaktadır. Bunlar, 4- Anti Sosyal Kişilik Bozukluğu: Bunun içinde suçlu çocukluk, sorumsuzluk, suç faaliyetleri, saldırganlık mali zorluklar, tepkisellik, kayıtsızlık, yalan söyleme mevcuttur. 5- Borderline Kişilik Bozukluğu: Bunun içersinde tepkisellik, idealleştirme, değersizleştirme döngüsü, öfke, kimlik karışıklığı, duygulanım istikrarsızlığı, yalnız kalmaya dayanamama, kendine zarar verici eylemler, kronik boşluk veya sıkıntı hissi vardır. 6- Histrionik Kişilik Bozukluğu: Dramatik bir yaşam, kibir ve bağımlılıkla tanımlanabilir. 7- Narsisistik Kişilik Bozukluğu: Görkemlilik, fantezilerle meşgul olmak, teşhircilik, eleştiriye zayıf tepki, manipülasyon gücü ve istismarla ilintilidir. DSM-IV’e göre kişilik bozukluklarının üçüncü kümesi, C kümesidir. 8- Kaçınmacı Kişilik Bozukluğu: Reddedilmeye karşı hassasiyet, çekingenlik, sosyal olarak geri çekilme, şefkat veya benimsenme arzusu, zayıf kendilik saygınlığı ile belirlenmiştir. 9- Bağımlı Kişilik Bozukluğu: Bağımlı, kendi gereksinimlerinin emrinde, kendine güven eksikliği olan yapıdır. 10- Obsesif Kompülsif Kişilik Bozukluğu: ki bu kişilik bozukluğunda kısıtlı duygulanım, mükemmeliyetçilik, inatçılık, kompülsif davranışlar ve düşünceler, kararsızlık bulunmaktadır. İkinci gurupta ise veya on birinci olarak değerlendirebileceğimiz kişilik bozukluğu Diğer belirlenmemiş kişilik bozukluğudur.

Masterson yaklaşımına göre kendilik bozuklukları 4 gurupta incelenir:

Bunlar, borderline, narsisistik, anti sosyal, paranoid kendilik bozukluklarıdır. Masterson yaklaşımına göre kişilik bozuklukları veya kendilik bozuklukları gelişimsel kendilik veya nesne ilişkilerine göre sınıflandırılmıştır. Borderline alt kategorileri bağımlı, pasif agresif, kompülsif ve histrioniktir. Bu kategorilerden her biri Masterson yaklaşımının temel kabulü olan terk depresyonuna karşı farklı bir savunmayı yansıtmaktadır. Veya bir savunma biçimidir. Narsistik bozuklukta ise üç alt küme vardır: Bunlar Teşhirci, Gizli ve Değersizleştirici olarak tanımlanmaktadır. Teşhirci ve gizli narsistik kendilik bozukluğu fonksiyonellik açısından yüksek düzey, orta düzey ve düşük düzey olarak üç alt kategoriye ayrılmaktadır. Anti sosyal tek bir grubu temsil etmektedir. Paranoid şizoid bozukluklar kendi altında üç alt gruba ayrılmaktadır. Paranoid şizoid ki bu kaçınmacı ve gizli olarak iki alt tanıma ayrılmıştır. Ve şizotipal kendilik bozuklukları olarak tanımlanmaktadır. Psikodinamik olarak Masterson yaklaşımında kendilik bozukluğunun teşhis temasının temel organizasyonunda, kendilik temsilinin nesne temsili ile nasıl bir ilişki kurduğu üzerinde temellendirilmiştir ve teşhi de bu yaı üzerinden isimlendirilmektedir. Borderline kendilik bozukluğunda kendilik nesneye yapışarak ya da ondan uzaklaşarak ya da eyleme vurarak bağlantı kurar. Narsistik kişilik bozukluğunda veya kendilik bozukluğunda ise ya nesne temsili kendilik temsilini ya da kendilik temsili nesne temsilini bünyesine alır ya da her ikisi de dışlanmış, yansıtılmış ve eyleme vurulmuş olarak görülmektedir. Anti sosyal kişilik, kendilik ve nesne arasındaki ilişkiyi tümüyle sanki koparmış gibidir. Paranoid bozukluklarda nesne kendiliği korumak için yansıtılır. Şizoid bozukluklarda kendilik nesneden uzaklaşır ve kaçınma halindedir. Güçlü bir kaçınma vardır. Şizotipal ise daha çok şizofrene yakın bir spektrum noktasıdır.

Bütün bu kendilik bozukluklarının tümü kendiliğin zayıflamış kapasitesine ve egonun gelişimsel duraklamasına sahiptir. Yani kendilerindeki bu özellik onların arasında fark edilemez. Yapılması gereken intrapsişik yapıya odaklanmaktır. Masterson’un kendilik bozuklukları tanımlaması veya teşhisi, özünde intrapsişik yapıya göre ayırıcı teşhis koyar. Bu yapının özü nesne ilişkileri kuramına ve gelişimsel psikopatolojilere dayanmaktadır. Nesne ilişkileri kuramı genellikle anne ile veya bakıcı ile ve daha sonra da babayla olan ilk ilişkilerin içselleştirilmesi üzerine kurulu psikanalitik bir çalışmadır. Nesne ilişkileri teorisinin sözcük kapasitesi sınırlıdır. Bunlar; kendilik ve nesne temsilleri, bunları birbirine bağlayan durum duygulanım bağı, ayrıca egonun gelişimsel fonksiyonları, egonun fonksiyonları ve savunmadan oluşur. Tekrar özetleyecek olursak kendilik temsili, nesne temsili, bu ikisi arasında oluşan duygulanım bağı, o andaki ego gelişimine göre egonun fonksiyonları ve kullanılan savunma düzenekleriyle ilintilidir.

Masterson Yaklaşımı’na göre Borderline Kendilik Bozukluğu

Masterson yaklaşımına göre borderline kendilik bozukluğu iki birimden meydana gelmektedir. Bu ÖNİP veya RORU olarak isimlendirilen libidinal birim ile GNİP veya WORU olarak adlandırılan agresif birimdir. Libidinal birimde ödüllendirilen nesne ilişkileri parça birim olarak adlandırılmaktadır. Burada ödüllendiren bir nesne, o ödüllendirmeye karşı yapışarak ve yaklaşarak cevap veren ve uyum gösteren bir kendilik temsili, parça kendilik temsili ve ikisinin arasında iyi hissetme, besleniyor olma, ihtiyaçların tatmin edilmesi, yeniden birleşme, âşık olma, bakımın yapılması gibi duyguları içeren bağlayıcı bir duygulanım söz konusudur. Bağlayıcı duygulanım ile birlikte parça kendilik temsili iyi, pasif çocuk olmanın parça kendilik temsili, eşsiz ve özel büyüklenmeci bir yapıyı simgeleyebilir.

Parça nesne temsiline bakacak olursak gerileyici ve yapışmacı davranışların onaylanmasını sağlayan maternal (anneye dair) parça birimdir. Bu birim haz egosu dediğimiz parçalanmış egonun desteği ile bu birlikteliğini sürdürür ve kişi bölünmüş dünyada haz odağında kalmak üzere haz egosu ile bu sistemi devam ettirmeye çalışır. Bu seviyedeki borderline bir yapının patolojik bir yönelim içerisindeki haz egosuyla birlikte devam ettirdiği parça birim, kişiyi iyide ve hoşnut duygulanımda tutmaya çalışır. Borderline bölünmüş nesne ilişkileri biriminin agresyon biriminde diğer parçasındaki geri çekilen nesne ilişkileri parça birimi üç ana temel yapıdan oluşmaktadır. Geri çekilen yetersiz, kötü, çirkin ve nefret edilen biri olmanın parça kendilik temsili ile geri çekilen maternal parça veya nesne ki ayrılma bireyleşme çabalarına karşı öfkeli, kızgın ve eleştirel olan parça nesne temsili içselleşmiştir. Bunlar arasındaki bağlayıcı duygulanım ise öfke, umutsuzluk, çaresizlik, suçluluk, ölümcül depresyon ve panik dediğimiz mahşerin altı atlısının yani terk depresyonu bileşenlerinin duygusu oluşturmaktadır. Kişi bu duygulara tahammül edemediği için sistem içinde ya ödüllendirilen nesne ilişkileri birimine geçmek için çaba harcayacak ya da bu duyguları hissetmemek için eyleme vuracaktır. Mahşerin altı atlısının deneyimlenmesinde sistemin içinde gerçeklik egosu olarak tanımlanılan ancak işlevsel olamayan, sisteme egemen olamayan; kişiyi gerçekliğe doğru ve kendilik aktivasyonuna doğru kaydırması gereken ego birimi olarak adlandırabiliriz.

Borderline kendilik bozukluğunda Mahler’in yaklaşımına göre ayrışma ve bireyleşme döneminin yeniden yakınlaşma evresinde annenin ikircikli tavrı nedeniyle çocuk nesne sürekliliğini yani tam bir nesne ile tam bir kendilik dediğimiz bölme mekanizmasının etkisinin kaldırıldığı, bunun yerine bastırma savunma düzeneğinin uygulandığı tam bir nesne, iyi ve kötü nesne parçalarının bir araya geldiği tam bir nesneyi sağlayamamıştır. Aynı zamanda iyi ve kötü kendiliği bölme mekanizmasıyla birbirinden ayıran sistem yerine bastırma mekanizmasını kullanarak iyi ve kötü kendilik parçalarının bir araya getirildiği kendilik sürekliliğinin de sağlanamadığını görülür. Yine aynı şekilde egonun gelişimsel bir duraklaması sonucunda, kendilik sürekliliğinin sağlanamamasıyla birlikte ego kusurları da karşımıza çıkmıştır. Gerçeklik egosu oluşmamıştır. Onun yerine haz egosu sistemi hâkimdir. Ego kusurları açısından zayıf gerçeklik algısı, engellenmeye karşı tolerans düşüklüğü, dürtü kontrol bozukluğu, ego sınırlamalarının netliğini kaybetmesi gibi ego kusurlarını görmek mümkün olmaktadır.

Borderline kendilik bozukluğunun tablosuna biraz daha yakından bakacak olursak gelişimsel duraklama nedeniyle bölme etkisi hala sistemde egemen durumdadır. Kendilik ve nesne bölünmüş durumdadır. Kendiliği ve nesneyi bir bütün olarak algılama kapasitelerinden yoksundur. Bu ikisini bir araya getirebilecek gerçeklik egosu olgunlaşmamış, ego kapasiteleri artmamıştır. Ve gerçek kendilik ortaya çıkamamıştır. Borderline kendilik bozukluğuna sahip bir birey iki temel birimden oluşmakta idi. Ana birimi ÖNİP (ödüllendiren nesne ilişkileri parça birimi)olarak adlandırılan ve bireyin çoğunlukla zamanını orada geçirmeyi arzuladığı bir kendilik örgütlenme, kısmi örgütlenme kısmında bulunmaktadır. Burada iyi duygularla haz peşinde koşan birey kendisini iyi hissetmekte, kendisini ödüllendiren nesneye karşı uyumlu, onunla birlikte hareket eden pasif bir konumda bulunmamaktadır. Peki bu nereden kaynaklanmaktadır? Çocuğun gelişimsel dönemlerine baktığımızda çocuğun bireyleşme ve ayrışma dönemlerinde içten gelen doğal durumları nedeniyle anneden ayrışarak kendi başına kendilik aktivasyonunu gerçekleştirmeye çalıştırdığında anne içinde krizler doğar. Anne kendi annesiyle veya bakıcısı ile yaşamış olduğu terk depresyonu duygularını bu kez bebeği ile yaşamaktadır. Bebeğinin kendisini terk ettiği şeklinde duygu ve düşünce bebeğin her terk etme hareketinde veya bebeğin her kendilik aktivasyonu hareketinde libidinal enerjisini çekerek onu yokluğa ve hiçliğe mahkûm etmektedir. Bebek henüz kendisini ayakta tutabilecek kendine ait libidinal enerji kaynaklarından mahrum olduğundan, annenin libidinal ulaşılabilirliğini engellemesi çocukta büyük bir sıkıntı yaratmakta, sükutu hayale uğratmakta ve anneye karşı kendi öz benliğinden vazgeçerek annenin istediği yönde hareket etmektedir. İşte çocuk ne zaman bağlı ve bağımlı hareketler yapar, ne zaman ki kendisiyle ilgili olarak her aktifleşme karşısında bu aktifleşmeden vazgeçerse, anne tarafından sevgi ile ilgi ile ödüllendirilerek kendisine bağlı ve bağımlı hale getirilir. Çocuk anneden aldığı bu ödüllendirici, haz verici duyguları hissedebilmek için her içerden gelen kendilik aktivasyonunu engellemekte, kendi olmaktan vazgeçmekte, anneye uyumlu bir çocuk olmak konusunda gayretlerini sürdürmektedir. Fakat doğal olarak çocuk zaman zaman içten gelen kendiliğini gerçekleştirme potansiyelini hayata taşımakta, kendilik aktivasyonunun adımını atmaktadır. İşte bunu fark eden anne yeniden çocuktan libidinal enerjisini çekmekte, çocuk anneyi libidinal olarak ulaşılabilir bulamamaktadır. Çocukta bu duygu terk edilme duyguları dediğimiz duyguları harekete geçirmekte, kendisini tamamen boşlukta yetersiz, cansız, pis ve kötü olarak hissetmektedir.

Bu duygular sınıflandırıldığında ve tanımlandırıldığında Masterson’un mahşerin altı atlısı olarak ifade ettiği duygular görülmektedir. Çocuk terk depresyonunun içine düşmüştür. Annesi onu terk etmiştir. Ve ölümcül bir depresyon, anankastik bir depresyon, bir organını kaybetmiş gibi hissedilen; altı bileşeni ile Mahşerin altı atlısı larak tanımladığımız terk depresyonun içersinde hissetmiştir. Bu bileşenler: 1-ölümcül öfke, 2-umutsuzluk 3- çaresizlik, 4-terk depresyonu, 5-boşluk ve faydasızlık, 6-panik hissi ve suçluluk duygusudur. Çocuğun içselleştirdiği nesne tasarımı ise: ‘ Kendilik aktivasyonu yaptığında, annesi onu terk ediyor.’ Bu sefer de annenin bu terk eden kısmı içselleşiyor ki biz bunaGNİP(geri çekilen nesne ilişkileri parça birimi) ismini veriyoruz. Bu bebeğin ayrılma ve bireyleşme çabalarına karşı öfkeli ve eleştirili olan bir anne temsilinden ibarettir. Buna karşı ise çocuk kendilik temsilini şu şekilde içselleştirmektedir: Kendisi yetersizdir, kötüdür, çirkindir ve nefret edilen birisidir. Bu parça içselleştirmektedir. İşte bu kendilik tasarımına ve terk edilmeye dayanamayan birey hemen anneye tekrar yapışmacı reaksiyonla onun istediği çocuk olma konusunda gayretler ortaya koymaktadır. Veya anneye ulaşamadığında terk depresyonundan kurtulabilmek için eyleme vurmalar dediğimiz davranış bozukluklarına yönelmektedir. Bu; alkol, uyuşturucu, seks, alışveriş, yemek gibi kişiyi geçici olarak uyuşturan ve rahatlatan her türlü, kişiye zarar verici ve kendini gerçekleştirmeyi engelleyici davranış sistemi eyleme vurma olarak adlandırılmaktadır.

Masterson Kişilik Bozuklukları kitabında 98. Sayfada geri çekilen veya saldıran parça birimle ilgili olarak şunları söylemektedir: Maternal parça nesne geri çekilir. Ayrılma bireyleşme boyunca öfkelidir ve çabaları beğenmez. Bu parça birimde parça kendilik temsili yetersiz, kötü, çirkin bir durumdadır ve geri çekilmeye neden olur. Bu geri çekilen birimin en önemli kısmı iki temsili birbirine bağlayan duygulanımdır ki bunu da Terk Edilme Depresyonu olarak adlandırmaktayım.

Masterson aynı kitapta aynı sayfada terk edilme depresyonunu şu şekilde tanımlamaktadır: “Duygulanımı orta yaş depresyonundan daha kuvvetlidir. Gelişimsel duraklamanın meydana geldiği anda çocuk kendilik parçasının bir kaybı olarak annelik desteğinin eksikliğini hisseder. Bu nedenle hasta hayati bazı şeylerin eksikliği şeklinde bunu ifade edecektir. Kan, oksijen ya da hayati vücut parçalarının eksikliği gibi.” Bu kritik terk edilme depresyonu tek bir duygulanım değildir. Altı duygulanımın bileşimidir. Ölümcül öfke, intihar depresyonu, panik, çaresizlik ve umutsuzluk, boşluk, faydasızlık ve suçluluk olarak tanımlamaktadır.

Masterson borderline kendilik bozukluğunun Bölme savunma düzeneği ile ilgili olarak da şunları ifade etmektedir: “Bu mekanizma birbirinden ayrılan duygulanım durumlarını karşılıklı olarak karşılıklı çelişki içinde tutar. Bilinçli kalırlar fakat bir diğerini etkilemezler. Bu düzeylerle ilgili kendilik ve nesne temsili ayrı kalır.” Masterson egonun ve kendiliğin gelişimsel duraklaması ile ilgili olarak şunu ifade etmektedir: “Egonun gelişimsel duraklaması ego fonksiyonlarında kusura yol açar. Zayıf gerçeklik algısı, dürtü kontrolü, engellenme toleransı, ego sınırlamaları, ilkel savunma mekanizmaları, bölünme, eyleme vurma, yapışma, kaçınma, inkâr, yansıtma, yansıtmalı özdeşim. Kendiliğin gelişimsel duraklaması kendiliğin tüm kapasitelerinde bozulma meydana getirir.”

Masterson bölünmüş ego ile ilgili olarak şunları ifade etmektedir:“Ego yapısı iki parçaya bölünmüştür. Parçanın biri gerçeklik prensipleri üzerine faaliyet gösterir. Diğer bir deyişle gerçeklikmiş gibi görür ve üstesinden gelmeye çabalar. Diğeri ise gerçek olup olmadığına aldırmayarak iyi hissettiren neyse onu takip etmek için haz prensibine göre hareket eder. Çocuğun egosu öncelikle haz ilkesi üzerine çalışır. Fakat Freud’un bize söylediği gibi haz ilkesi gerçeklikle çatışır ve gerçeklik ilkesine geriletir. Bu hastalarda ego yapılarının büyük bir kısmı haz ilkesine göre faaliyet gösterdiğinden bu dönüşüm sadece kısmen meydana gelir. Borderline hastalarda bu patolojik ego olarak adlandırılır. Bu daha çok gerçekliğe dayalı ego sahibi kişiler için mümkün olmayacak derecedeki fantezi aracılığı ile borderline hastaların memnuniyetini sağlar.”

Masterson yaklaşımında borderline kendilik bozukluğunun kendilik üçlüsünün işleme tarzı:

Bilindiği gibi intrapsişik yapı iki ile üç yaşları arasında yer alır, borderline yapılar için. Burada anneden ayrışma daha sonra da kendini gerçekleştirmek için bireyleşme söz konusudur. Sistemin içerisinde bu gelişimsel bir duraklamaya neden olmuş ise borderline örgütlenme veya borderline kendilik bozukluğu sistemi hâkimdir. Ancak bu yapı geçici olarak üstü örtük bir şekilde kalabilir. Kişi hayatını fonksiyonel olarak devam ettirebilir. Ama ne zamanki bir ayrılma olayı ile karşı karşıya kaldığında veya kendini etkinleştirme dediğimiz kendilik aktivasyonu ile karşı karşıya kaldığında bebeklik döneminde geri çekilen nesne ilişkileri birimi aktifleşir. Kendini değersiz yetersiz veya terk depresyonu bileşenleri ile karşı karşıya bulabilir.

Kendilik Üçlüsü’nü şu şekilde açılımlayabiliriz: Kişi herhangi bir nedenle ayrışmaya veya kendilik aktivasyonuna neden olacak bir eyleme geçtiğinde bunun ardından anksiyeteye ve depresyona girer. Kişi anksiyete ve depresyondan kurtulabilmek için savunmalarını harekete geçirir. Savunmalar ya kendilik örgütlenmesinin ilgili tarafındaki haz egosuna karşı hareket veya eyleme vurma ile sonuçlanır.

Ayrılma stresi ya da kendilik aktivasyonunun bir sonucu olarak nasıl bir olay meydana gelir?

Kişi hayatının herhangi bir döneminde herhangi bir ayrılma stresiyle karşı karşıya kalmışsa; özellikle ergenlerin ilk defa evden ayrılmaları, şehir değiştirme, meslek değiştirme, kendisine destek veren bireyin kaybı veya ayrılma durumlarında bebeklik dönemindeki travmalar tekrar canlanır. Yine aynı şekilde; birey herhangi bir nedenle kendilik aktivasyonu olarak isimlendirdiğimiz kendi içsel duyumlarına yönelik birtakım faaliyetlere yöneldiğinde, başkalarının onayını almadan kendi isteği yönünde harekete geçtiğinde yine bebeklik döneminde içselleştirilmiş olan terk depresyonu bileşenleri aktive olur. İç dünyasında geri çekilme yönrlimi aktifleşir, buna karşı, kişinin duygulanımı terk depresyonu duygulanımıdır. Mahşerin altı atlısıyla karşı karşıya kalmaktır.

Burada önünde üç seçenek vardır:

Birinci seçenekte ödüllendirici birimi aktive etmek olabilir. Ödüllendirici birim aktif olduğunda hasta kendilik aktivasyonundan vazgeçer. Fakat ondan sonra hasta, kendilik aktivasyonundan vazgeçmenin kendilik yıkımı özelliklerini inkâr etmek zorundadır. Çünkü kendini gerçekleştirmekten vazgeçmiştir. Ödüllendirici birim patolojik ego ittifakı işleminin altında iyi hissedebilir ve terk depresyonu bileşenleri diner. Çalışmada hastanın terapist veya yapışma üzerine ödüllendirici nesne tasarlamasından dolayı yapışma savunmasını, sonra da depresyonun dindiğini görürsünüz. Hasta eğer size uyum gösteren, sizin sözünüzü dinleyen bir yapıya dönüşmüşse kendisini iyi hisseder ve kendilik yıkıcı tavır içinde hareket alanı bulabilir. İkinci seçenek ise kopma duygulanımı ile geri çekilen nesneden kişinin içsel olarak veya yerel olarak uzaklaşmasıdır. Kişi sistemden uzaklaşır ve terk depresyonun bileşenleri olan terk eden nesneden kendisini korumaya çalışır. Üçüncü seçenek ise düzenli bir geri çekilme birimi tasarlama ve bunu eyleme vurmadır.

Bu her üç aktivasyon da kişide zarar verici, kişiyi yıkıcı sonuçlara ulaşmaktadır. Çünkü kişi ayrışıp bireyleşecek potansiyelini ve kendisini geliştirme imkânını ortadan kaldırır ve kendini bundan mahrum bırakır. Burada hastaya bu kendisine zarar verici davranışlarla yüzleştirici ve yorumlayıcı tedavilerle, terapi teknikleriyle hastanın patolojik ittifakı yani haz egosu, ödüllendiren nesne birimi parça biriminden vazgeçerek gerçeklik egosuyla birlikte terapistin egosunu bir araya getiren ve terk depresyonuna dayanabilerek kendini gerçekleştiren, ayrışmaya ve ayrılmaya dayanabilen, kendilik aktivasyonunu hayata taşıyan birey haline getirmeyi amaçlar.

Borderline kendilik bozukluğunun kullandığı savunma düzeneklerine bakacak olursak; ilkel bölme, eyleme vurma, yapışma, kaçınma, inkâr, yansıtma, yansıtmalı özdeşim olarak tanımlayabiliriz.

Masterson Yaklaşımı’na göre Narsisistik Kendilik Bozukluğu

Masterson Kuramı içersinde narsisistik kendilik bozukluğunun oturtulması oldukça sıkıntı vericidir. Daha çok kuramsal temelini gelişimsel psikolojiye bağlayan, gelişimsel yapıya bağlayan Masterson kuramı narsisistik kişilik örgütlenmesini, narsisistik kendilik bozukluğunu daha ilkel bir düzeydeki gelişimsel yapının duraklamasıyla izah ederken bir açmaza düşmektedir. İlkel olanın aynı zamanda ego düzleminde ve ego savunmalarında ilkel olacağından dolayı fonksiyonellikte büyük oranda kayıp meydana gelmesi gerekirdi. Ancak klinik tablolara baktığımızda narsisistik kendilik bozukluklarının borderline yapılardan daha ilkel bir gelişimsel duraklama noktasında bulunmalarına rağmen hayatın içersinde borderline’lara göre daha fonksiyonel olmaktadır. Bunu izah etmekte oldukça zorlanılmaktadır. Mahler’in kuramını temel alan Masterson; otistik sembiyotik ayrışma bireyleşme dönemleri ve tam kendiliğin ve tam nesnenin oluşmuş olduğu nesne sürekliliği aşamalarından oluşan gelişimsel psikoloji narsisistik kendilik bozuklukları açısından değerlendirildiğinde, borderline kişilik bozukluğunun veya kendilik bozukluğunun oluşum süreci olarak nitelendirdiği ayrışma ve bireyleşme döneminin farklılaşma, alıştırma veya uygulama döneminden sonra gelen yeniden yakınlaşma döneminin önünde bulunması gerektiğine inanmaktadır. Yani gelişimsel duraklama borderlinedan daha önce meydana gelmiş olmalıdır ki narsisistik kendilik bozukluğu oluşsun.

Borderline kendilik bozukluğunda madem ki yeniden yakınlaşma evresinde bir duraksama olmakta ve kendiliğin gelişimi bozulmaktadır ve patolojik bir yöne doğru kaymaktadır, o halde narsisistik kendilik bozukluğu bu dönemden önce olan alıştırma evresinde en azından duraklamış olması gerekir. Bu evre yeniden yakınlaşma evresine göre daha ilkel bir evredir. Nesne ilişkileri teorisine göre nesne ilişkilerinin gelişmesi ve içselleştirilmesi aynı zaman da ego fonksiyonlarıyla ve egonun savunma düzenekleriyle yakından alakalıdır. Bunlar birlikte ve paralel seyrederler. İçselleştirilmiş nesne ilişkileri ne kadar olgunlaşmışsa ego savunmaları ve egonun gerçekliğe adaptasyonu ve uzlaşısı daha güçlü olacak daha yüksek seviyede tezahür edecektir. Ama bu narsisistik kendilik bozukluğu için söz konusu olduğunda sistem bu şekilde çalışmamaktadır. Yani daha ilkel seviyede bir duraklamadan ve gerilemeden bahsedilirken daha yüksek fonksiyonlara sahip bir ego karşımıza çıkmaktadır. İşte klinisyenler bu tabloyu izah etmekte zorlanırken alternatif bir takım açıklamalar getirmektedirler.

Masterson bu konuyla ilgili olarak Narsisistik ve Kişilik Bozukluklarıkitabında sayfa 24’te şöyle demektedir: “Gelişimsel terimlerle ifade edilecek olursak kendilik nesnesi temsili kaynaşmış olsa da narsisistik kişilik bozukluğu yalnızca bu kaynaşmadan ayrılmanın bir sonucu olarak meydana geldiği inanılan ego gelişimine bir fayda sağlar gibidir. Hala bu ikilem için ne benim tarafımdan ne de diğer yazarlar tarafından tatmin edici bir çözüm yoktur. Gelecekte bu belirsizliği çözmek için kuramsal bir postulat geliştirmeyi umuyoruz.”

Bilindiği gibi Mahler’in çocuk gelişimiyle ilgili yaptığı gözlemler ve çalışmalarda çocuk; alıştırma evresinin sonuna doğru yani on beşinci aya doğru giderken yavaş yavaş annenin yani bakıcının temsilinin kendinden ayrı bir varlık olduğunu hissetmeye, algılamaya ve kavramaya başlamaktadır. Kendisi anneyle beraber birlikte girmiş olduğu omnipotent kaynaşmış mükemmel bir dünyanın ve dünyanın etrafında dönme duygusunun hazzını yaşamaktadır ve bu haz gittikçe bitiyor görünmektedir. İşte bu dönem çocuğun muhteşem hissettiği, omnipotent gücü hissettiği, zaman zaman kendi grandiyöz kendiliğinin anne tarafından aynalanmasını, zaman zaman da zayıf ve çaresiz hayatın gerçekliği karşısında düşüp kırıldığı dönemlerde ise bir başka ışığın altında -yani idealize edilmiş ebeveyn imagosu ki bu genellikle babaya temsil edilmektedir-, onun altında rahatlamaktadır. Her iki halde de nesneyle kaynaşmış bir şekilde kendi varlığını sürdürmektedir. Emekleyen çocuk evvelki büyüklenmecilik ve tüm güçlü olma duygusunu yitirmeye başlar. Ve dünyanın onun istiridyesi olmadığı ve onunla kendi kendine başa çıkması gerektiği, kafasında bir nevi kavrama noktasına ulaşır.

Masterson işte bu noktada şöyle demektedir: “Narsisistik kendilik bozukluğu saplanması bu olaydan önce vuku bulmalıdır. Çünkü kliniksel olarak hasta sanki nesne temsili kendilik temsilinin tamamlayıcı bir parçasıymış gibi tümgüçlü ikili birlik gibi davranır. Bu yeniden yakınlaşma krizinin bulunması ihtimali bu hasta tarafından anlaşılmış gibidir. Fantezi dünyanın onun istiridyesi olduğunda ve onun etrafında döndüğünde ısrar eder. Bu yanılsamadan korunmak için bu narsisistik büyüklenmeci kendilik yansıtmasına uymayan ve onunla yankılanmayan gerçeklik algılamalarından kaçınma, reddetme ve değersiz kılma yoluyla onları kapatmak zorundadır. Sonuç olarak birey, hasta, gerçekliğin büyük bir kısmını reddetmekte durumunda kaldığından sürekli bir şekilde uyum bedeli olarak acı çekmeye zorlanır”. Klinisyenler tarafından gelişimsel saplanmanın neden bu dönemde olduğuna dair elde yeteri kadar veri yoktur. Masterson’a göre burada yine etiyolojik faktör olarak doğanın, yetiştirilme tarzının büyük etkisi olduğu üzerinde durulmaktadır.

Yapılan araştırmalara göre narsistik kendilik bozukluğundaki bazı annelerin aslında duygusal olarak soğuk ve istismar edici olduğu görülmüştür. Çocuklarını kendi mükemmeliyetçi, duygusal ihtiyaçlarını tatmin edecek nesneler biçimine sokmak için onların ayrılma bireyleşme ihtiyaçlarını göz ardı ettikleri tespit edilmiştir. Çocuğun gerçek bireyselleşmesi annenin idealleştirilmiş yansıtmalarıyla yankılandıkça acıya gereksinim duyar. Annenin idealleştirilmesiyle bu özdeşleşme, annenin başarısızlığının algılanmasına ve çocuğun buna bağlı depresyonuna karşı savunma yapan büyüklenmeci kendiliğin korunmasına yol açar. İkinci bir ihtimal normal gelişimde çocuğun, özellikle erken çocuğun yeniden yakınlaşma meydana gelmeden önce erken alıştırma evresinde kuvvetlice babayla özdeşleşmeye dönmesi olgusuyla izah edilmektedir. Çocuk annenin ellerinde terk depresyonunu tecrübe ettiğinde kendisini ve anneyi terk depresyonundan kurtarmak için bir araç veya kanal olarak bu normal yolu kullanabilir. Bu ihtimalde yeni, sembiyotik olmayan bir nesne olarak babayla özdeşleşmenin normal gelişimsel sürecini geçirmek yerine çocuk terk depresyonuyla baş edebilmek için anneyle sembiyotik ilişkiyi toptan babaya aktarır. Bu yüzden baba, anneyle sembiyotik ilişkinin yansıtılması için bir hedef olur. Eğer baba narsistik bir kişilikse ve bu aktarım yeniden yakınlaşma evresinden önce meydana gelirse çocuğun büyüklenmeci kendiliği yine de korunmuş olur ve narsistik babayla özdeşleşme yoluyla pekiştirilmiş olur. Bu da sonuçta narsisistik bir bozukluk ortaya çıkarır. Eğer aktarım yeniden yakınlaşma evresinden sonra meydana gelirse çocuksu büyüklenmeciliği ve tüm güçlülüğü gerçekliğe uygun hale getirir. Yani babanın narsisistik bozukluğu ile özdeşleşme borderline bölünmüş nesne ilişkileri birimi oluştuktan sonra meydana gelir. Ve borderline bozukluğuna karşı narsistik bir savunma temeldeki borderline iç ruhsal yapı üzerine yerleştirilmiş olacaktır.

Narsisistik kendilik bozukluğunun iç ruhsal yapısı:

Narsistik kendilik bozukluğu; libidinal birim ile agresyon birimi olmak üzere iki ana birimden oluşmakta oluşmaktadır. Libidinal birimde nesne ile kaynaşmış, nesneden ayrışmamış grandiyöz kendilikle, büyüklenmeci kendilikle idealize edilmiş ebeveyn imagosunu karşılayan büyük ve güçlü ve muhteşem öteki ile ilintilidir. Masterson kendilik tarafındaki nesne parça birimine büyüklenmeci kendilik derken kaynaşmış olan diğer birime tümgüçlü nesne olarak isimlendirmektedir. Bunusavunmacı kaynaşmış parça birim olarak adlandırmaktadır. Bu birim libidinal enerji ile yüklenmiştir. Diğer tarafta agresyon enerjisi ile yüklü olan birim vardır ki burada da aynı şekilde kendilik ve nesne kaynaşmış durumdadır. Kendilik parçası yetersiz, değersiz, parçalanmış, eksik hisleriyle donanmış iken; nesne parçası sert, saldırgan ve değersizleştirici bir yapıya sahiptir. Libidinal unitteki bağlı bulunan duygulanım eşsiz, özel, üstün, takdir edilen, tapınılan, mükemmel ve yetkin duygularıdır. Agresyon biriminde ise terk edilme depresyonunun yani mahşerin altı atlısının tüm bileşenlerini görmek mümkündür. Ego işlevlerine baktığımız zaman narsisistik kendilik bozukluğunda zayıf gerçeklik algısı, dürtü kontrol bozukluğu, engellenme toleransı, ego sınırlarının kaybolması diyebiliriz. Narsistik kendilik bozukluğunun kullandığı ego savunma mekanizmalarına baktığımız zaman ilkel bölme, kaçınma, inkâr, eyleme vurum, yapışma, yansıtma, yansıtmalı özdeşim savunma düzeneklerini görmek mümkündür.

Narsistik kendilik bozukluğu her zaman için kendisini libidinal birimde tutmayı başarmış bir yapıdır. Saldırgan nesnenin etkisi altında parçalanmış ve dağılmış hislerle dolu olan yapı tamamen izole bir şekilde sistemde muhafaza edilip onun üzerine kaynaşmış nesne ile birlikte kendiliğin oluşturmuş olduğu mükemmel bir harikulade yapı her zaman sisteme hakim gibi gözükmektedir. Bu da kişinin fonksiyonel bir hayat sürmesine neden olmaktadır. Kişi bu büyüklenmeci grandiyöz yapısının içerisinde her zaman hayata tepeden bakan, eşsiz hisseden ve kendi fantezi dünyasında yaşayan birisi gibidir. Bir nevi istiridyesinin içerisindeki canlı gibi durmaktadır. Dünya onun istiridyesi şeklinde olmaktadır.

Burada iki tip narsisistik kendilik bozukluğunu görmek mümkün. Eğer yatırım kendiliğe yapılmış, libidinal yatırım kendiliğe yapılmış ise kendilik grandiyöz, büyüklenmeci, eşsiz ve muhteşem hislerle doludur ve dışarıya bakarken dış gerçekliği algılamayan, dış gerçekliği inkar eden ve kendisini muhteşem hisseden bir yapı bulunmaktadır. Eğer yatırım, libidinal yatırım nesneye yapılmış ise bu sefer kendisi nesnenin ışığı altında, nesnenin şemsiyesi altında kendini ona ait hissederek bütün mükemmelci hisleri nesneye yansıtmakta ve onun bir parçası olmaktan dolayı duyulan mutluluğu yaşamaktadır. Bu da gizli narsisist ve ya saklı narsisist diyebileceğimiz ikinci narsisist türünü oluşturmaktadır. Üçüncü bir narsisist türü kendilik bozukluklarının narsisistik kümesinin altında devalüe edici veya değersizleştirici narsisist olarak tanımlamaktadır. Bilindiği gibi kaynaşmış birim içersinde bu değersizleştirici nesne tasarımı ve onunla kaynaşan parçalanmış kendilik tasarımı libidinal unitin kontrolü altındaydı. Fakat zaman zaman libidinal unitin kontrol altından çıkan veya sisteme tamamen egemen olan kendilik bozukluklarında narsisistik yapı, yansıtmalı özdeşim mekanizması sayesinde kendisinin parçalanmış kendiliğini -tahammül edemediğinden dolayı- nesneye yüklemekte, bir nevi nesnenin o devalüe edici, saldırgan, sert yapısını içselleştirmekteydi. Her ne kadar burada nesne ve kendilik birbirinden ayrışmış değilse de yatırımın daha çok devalüe edici kısmına sahip çıkan kendilik tasarımı karşıdaki insanı her zaman devalüe edip kendi hissettiği duyguları karşıya yansıtarak sisteme o şekilde egemen olmaktadır. Bu da devalüe edici veya değersizleştirici narsisist tipini karşımıza çıkarmaktadır. Savunmacı, büyüklenmeci ve tüm güçlü kendilik ile onunla kaynaşmış olan nesne ve patolojik ego arasındaki ittifaka bakacak olursak, koruyucu ve büyüklenmeci kaynaşmış birim nesne ilişkileri saldırgan kaynaşmış birimin terk depresyonuna karşı savunma yapmak için patolojik ego ile ittifak kurar. Yani terk depresyonuna düşmemek için patolojik ego ile birlikte hareket eder. Fakat bu ittifak borderline’ınkinden farklı bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Saldırgan kaynaşmış birimin terk depresyonu ya da gerçek kendilik harekete geçirme çabaları tarafından yani narsisistik mükemmeliyet, para, güç, güzellik ve benzerlerine karşılık gerçekçi kendi kendini ifade etme amaçları arayışı ya da nesnenin mükemmel yansıtma sağlamadaki başarısı tarafından hızlandırılabilir. Bunun karşılığında ikinci unit, agresyon unite geçme durumunda ise saldırgan boş nesne ilişkileri kaynaşmış birimi ve patolojik birim arasındaki ittifaktan söz edilir. Eğer savunmacı birim tarafından derhal savunulmamışsa terk depresyonun algısına düşülür. Bu algı saldırgan birim ve patolojik ego arasında bir ittifakı etkinleştirir ki bu yeni bir durumdur. Bu egoda gerçeklik şiddetle reddedilerek depresyona neden olan kendi nesne temsilinin bir yansıtmasıyla birlikte dramatik bir şekilde depresyon dışarı vurulur. Yani parçalanmış kişi kendisi değildir, parçalayandır ve parçalanan yapıyı karşıya yansıtır ve dışarıya yansıtır. Terk depresyonu telaşı büyüklenmeci kaynaşmış birim ve patolojik ego arasındaki ittifakı etkinleştirir. Ve hasta incitici uyaran algıdan kaçmaya, onu reddetmeye ve/veya onu değersizleştirmeye başlar. Böylelikle narsistik dengesinin ayarını idare eder ve depresyonu tecrübe etmekten kaçınır. Bu savunmacı birimin sürekli ve toptan yansıtımı narsistik kendilik bozukluğunun depresyon deneyimini en aza indirmesine izin verir ve duygusal gereksinimlerini kendi içinden tedarik eder görünmesini sağlar. Dahası göreli olarak saldırganlığa daha özgür erişim narsistik kendilik bozukluğunu ya saldırganca çevreyi narsistik yansıtmalarla çınlatmaya zorlar ya da eğer bu başarısız olursa kaçınma, ret ve değersizleştirme yoluyla bu başarısızlığın üstesinden gelmesine imkân verir. Masterson yaklaşımını narsistik kendilik bozukluğunu anlatırken Kohut ve Kernberg’in çalışmalarıyla mukayese etmektedir. Kohut narsistik kendilik bozukluğunu kendilik nesnesi kavramını ortaya koyarak çift kutuplu bir kendilikten bahsetmektedir. Yani nesne libidosunun ayrı bir libido olarak oraya çıktığından değil sadece kendiliğin fonksiyonlarını icra etmek üzere kendilik nesnesi kavramı ile ortaya çıktığını söylemektedir.

Bu konuyla ilgili olarak Masterson, Narsisistik ve Borderline Kişilik Bozuklukları kitabının 32. sayfasında şöyle demektedir: “Kohut nesneyi kendilikle birleştirir. Yani nesneler kendilik nesneleridir. Böylece bu kendilik nesnesi kavramı vasıtasıyla kendiliğin bir parçası olarak kendilik ve nesne yerine semantik ya da başka türlü kayda değer bir karışıklık doğuracak ayrı bir gelişim çizgisi yaratmaktadır. Dahası kendiliğin nesneden ayrışması gibi bir şeyin olmadığını fakat bunun yerine arkaik olandan daha olgun forumlara doğru büyüme ve olgunlaşma olduğunu ima eden bu kavram ortak yaşama ve ayrılma bireyleşme gibi gelişim evrelerini ve kendiliğin nesneden ayrışma ihtiyacını ortadan kaldırmaktadır” diyerek eleştirmektedir. Kohutiyen bir yaklaşımla yapılacak olan bir tedavinin hastanın gerçek düzelmesini sağlamayacağını, bunun yerine bir nevi aynalanmalardan yola çıkarak -mış gibi bir iyileşme olacağını iddia eden Masterson bununla ilintili olarak da şunları ifade etmektedir: “Bu durum görünürde münhasıran hastanın narsistik yaralarını onarmaya odaklanan bir terapi ihtimaline yol açarak nesne ilişkilerini tümüyle dışlamaktadır. Bunun nihai ürünü de ancak narsistik kusurları onarılmış ve bağımsız bir şekilde kendilik saygısını düzenleyerek arzuları gerçekliğe eklemleyebilen fakat nesne ilişkileri narsistik bir düzlemde devam eden bir hasta olacaktır”.

Kohut narsistik kendilik bozukluğunun oluşmasını bebeklik döneminde annenin veya bakıcıların kusurlu aynalamasına bağlamaktadır. Bu da bir noktada Kohutiyen yaklaşımla Masterson yaklaşımının annenin kusurlarıyla ilintilendirmesi konusunda eşitlemektedir. Masterson’a göre Kohutiyen yaklaşımının eleştirisinde annenin aynalaması işlevinin niçin ve nasıl kusurlu olduğu ile ilgili anlayışı bana göre resmin sadece bir yönünü tanımlar. Kohut anneyi çocuğun büyüklenmeci teşhirci kendiliğine yönelik empatiden eş duyumdan duygudaşlıktan yoksun olarak betimler. Başka bir deyişle anne hiçbiri özellikle çocukla ilgili yapılacak şeylerden olmayan muhtemel değişik nedenlerden dolayı anlama ve cevap verme yeteneğine sahip değildir demektedir.

Narsisistik kendilik bozukluğu konusunda Kernberg’in düşüncelerine baktığımızda Kernberg narsistik kendiliğin gelişimin erken narsistik dönemlerdeki gelişimsel bir duraklama veya saplanmadan kaynaklanmadığını aksine patolojik kendilik aşkı ve nesne aşkı biçimlerinin eş zamanlı gelişimlerinden kaynaklandığı görüşündedir. Kernberg Jacobson’dan şu fikri ile başlar: Erken gelişimde kendilik ve nesne imgesi ayrıştıktan ve ego sınırları ile gerçeklik sınaması geliştikten sonra aşırı hayal kırıklığı kendilik ve nesne imgeleri regresyonuna gerçeklik sınamasının kaybına ve bir psikotik regresyona neden olabilir. Kernberg daha sonra narsistik kişilikte ego sınırları durağanlaştığında gelişimin bir noktasında kendilik ve nesne imgelerinin bir yeniden kaynaşmasının meydana geldiğini ileri sürer. Nesne imgeleri yıkılmaksızın bu ideal kendilik ve ideal nesne kaynaşması ile gerçek kendilik imgeleri bunu takip eder demektedir. Bu regresif yeniden kaynaşama kuramı nesne ilişkileri kuramının temel bir ilkesini ihlal eder ve hala yanıtlanmamış soruların ortaya çıkmasına neden olur demektedir. Masterson, ego gelişimi, kendilik ve nesne temsillerinin gelişimi ile birlikte hem ileriye doğru hem de regresif olarak geriye doğru paralel bir şekilde hareket eder. Aslında bazıları ilkinin sonrakinin gelişiminden sorumlu olduğuna inanır. Jacobson bu ilkeyi saygı ile kabul eder. Çünkü kendilik ve nesne temsilleri geriledikçe gelişim de geriler ve hasta psikotik olur. Kernberg bu durumda şunu önerir. Narsisistik kişilikte kendilik ve nesne temsilleri ego gelişiminde bir regresyona, gerilemeye neden olmaksızın regresif bir şekilde yeniden kaynaşır ki bu şimdiye kadar mümkün olduğuna inanılmayan bir şeydir. Dahası Kernberg kendi savını şu deliller ışığında desteklemeye çalışır. Narsisistik kişilik; narsisistik kişilik özelliklerini küçük çocukların normal narsisizim diye betimlenen şeyle (ki bu onun betimidir), karşılaştırmak yoluyla ortaya çıkan gelişimsel bir duraklama değildir demektedir. Bu konuda Masterson Kernberg’ten ayrı düşünmekte, Kernberg’in bireyleşme ve ayrışma dönemine ulaşmış olan bebeklerin herhangi bir nedenle ego kontrolünde ve sağlıklı ego yapısı içersinde regrese olduğunu, egonun regrese olmadığını bu nedenle de fonksiyonel bir kaynaşmışlık durumuna döndüğünü ifade etmesini reddetmekte, onun yerine yeniden yakınlaşma evresinden önceki bir dönemde ve bebeğin narsisistik bir duraklamaya uğradığını ifade etmektedir. Hiçbir zaman egonun gelişmediğini, çocuğun ayrışma dönemine ulaşmadığını, narsistik bir düzlemde kaldığını ifade etmektedir.

Narsisistik kendilik bozukluklarının psikoterapi ve psikanalitik psikoterapilerle tedavisinde borderline yapılarda olduğu gibi yüzleştirme tekniğinin uygulanmadığını onun yerine narsistik incinebilirliği yorumlama dediğimiz, aynalayarak yorumlama tekniği ile çalışılması gerektiğini ifade etmektedir. Hastanın gerçekliği değerlendirme konusundaki yetilerinin bozuk olması ve toptan inkâra yönelik bir savunma içersinde bulunması nedeniyle hastaya önce inicinmenin ortaya çıkardığı duygulanımını aynalamak, ardından da narsisistik incinmeyi yorumlayarak tedavi süreçlerinin ilerlemesi gerektiğini ifade etmektedirler. Şayet narsisistik yapılardaki hastalara direk yüzleştirmeler yapılır ve kendi savunmaları onlara gösterilirse hastalar tedaviyi terk etmekte ve toptan reddetmektedirler. Onların tedavileri borderline tedavi tekniklerinden farklı olarak sürdürülmelidir. Bu da ayırıcı tanıda kullanılan önemli bir argümandır.

Masterson Yaklaşımı’na göre Şizoid Kendilik Bozukluğu

Şizoid kendilik bozukluğu da diğer kendilik bozukluları gibi, iki ana birimden ibarettir. Libdinal birimin yüklenmiş olduğu efendi-köle ilişkisi, agresif duygunun yüklenmiş olduğu sadistlik nesne-sürgündeki kendilik parça birimidir. Efendi-köle parça biriminin, diğer birimlerde olduğu gibi, parça kendilik temsili, parça nesne temsili, ikisinin arasındaki duygulanım ve bunlara eşlik eden patalojik ego ittifakı söz konusudur. Haz egosu ittifakı söz konusudur. Efendi-köle parça biriminin içerisinde, parça kendilik temsili olarak, bağımlılığın parça kendilik temsili, nesne içinde işlev sağlayan bir köle ve kurban olarak hissedilen kendilik vardır. Onun karşısında parça nesne temsili ise, zorlayıcı, yönlendirici, materyal parça yani anne parça nesne ilişkisi ki bu efendidir, ilgilenmeyi değil kullanmayı ister. İçselleştirilmiş olan parça nesne temsili, şizoid bir kendilik bozukluğunda bu şekilde tezahür etmektedir. Parça nesne ve parça kendiliği birleştiren duygulanım ise, hapsedilmiş fakat bağlantılı, kabullenilen var oluş, kurtuluş, başka bir varlık ta değildir. Aradaki mesafe uzlaşı devam ettirilmelidir.

Şizoid kendilik bozukluğunun, diğer biriminde yani sadistlik nesne, sürgündeki kendilik parça birimi ise yine bir parça kendilik temsili var, parça nesne temsili var, bunlar arasındaki bir duygulanım bağı var ve gerçeklik egosunun bulunduğu bir alan var. Parça kendilik temsilinin özelliklerine baktığımızda, yabancılaşmış varlığın, parça kendilik temsili olarak tanımlanmaktadır. Bu sürgündedir, soyutlanmış fakat kendine güvenmek için kendi kendine yeten durumundadır. Yani kendi fildişi kulesindedir veya özel alanındadır.

Bu durumda nesnenin algılanma şekli ise, nesne ilişkileri teorisine göre, içselleşmiş temsili nesnenin sadisttir, tehlikelidir, değersizleştiricidir, yoksunlaştırıcıdır, zarar vericidir, terk edici olan, maternal parça nesne olarak belirlenir. Bu parça kendilik temsili ile parça nesne temsili birbirine bağlayan duygulanım köprüsünde ise, terk depresyonunun klasik mahşerin altı atlısı dediğimiz, bulgularını buluruz. Depresyon, öfke, yalnızlık, evrensel veya kozmik yalnızlık korkusu ve mutsuzluk hisleri buna eşlik etmektedir.

Şizoid kendilik bozukluğunun, kullandığı savunma düzeneklerine baktığımızda, bölme, eyleme vurma, yapışma, kaçınma, inkar, yansıtma, yansıtmalı özdeşim, gerçek ilişkilerinde ve arkadaş ilişkilerinde fantezi kullanma şeklindeki ilkel ego savunma düzeneklerini bulmak mümkündür.

Ego kusurları açısından değerlendirildiğinde, zayıf gerçeklik algısı, engellenme tolerans düşüklüğü, dürtü kontrol bozukluğu ve ego sınırlamalarında yetersizlikte, göz önüne gelebilmektedir. Yine burada da ego bölünmüştür. Libdinal yani efendi köle parça birimi içerisinde, haz egosu veya patoloji egosu yer alırken, sadistlik sürgündeki parça birimi yani terk depresyonu ile ilgili karşılaştığımız alanda da gerçeklik egosu, egodistonik olarak bulunmaktadır.

Şizoid kendilik bozukluğunun ilişkisinin diğer kendilik bozukluklardan ayırmak gerekir. Çünkü diğer kişilik bozukluklarına sistem biraz daha, farklı çalışırken, şizoid kendilik bozukluğunun kendisine has bir özelliği vardır.

Bilindiği gibi borderline kendilik bozukluğunda, bağlanma birimi, ödüllendirici nesne ilişkileri birimidir. Ve bağlanmama birimi de, geri çekilen nesne birimi ilişkisidir.

Narsisistik kendilik bozukluğunda ise bağlanma birimi omnipotent nesne gösterişli kendilik birimidir. Ve bağlanamama birimi de saldırgan nesne boş kendilik birimidir. İki biriminde halen ilişkisel birimler olduğu vurgulanmalıdır. Bağlanmama birimi anksiyete ve rahatsızlık ortaya koyabilmektedir. Peki, kendiliği şizoid bozukluk için bölme, nesne ilişkilerinin doğası nedir? Narsisistik ve borderline kendilik bozukluklarında olduğu gibi, basit bir bağlanma ve basit bir bağlanmama birimi vardır. Şizoid hasta için nesneye bağlanmanın ve ilişkilenmenin zorluklarından ve tehlikelerinden bahsettikten sonra, bu bakış açısına yukarıdaki beyan şaşırtıcı gelebilir. Aslında o zorlukların ve tehlikelerin hiçbir tanımı, insan ilişkilerindeki, nesne ilişkilerinin motivasyon önceliğini yalanlamaz. Şizoid hastanın nesnel ilişkilerle ilintili memnuniyetini ulaşmak için, yaradılışından gelen bir ihtiyacı vardır. Nesnel ilişkilerle olan uğraşım yani diğerlerine ulaşabilme ve tutunabilme arzusunun, herkeste olduğu kadar şizoid hasta da, motivasyon gücü vardır.

Şizoid hasta için temel bağlanma birimi, efendi-köle birimidir. Temel ağlanmama birimi ise sadist nesne sürgündeki kendilik birimidir. Şizoid hastayı esas olarak tanımlayan ilişkisel birim sadist nesnel sürgündeki kendilik birimidir. Böylece bu bağlamda şizoid hasta ile narsisistler ve borderline bozukluk hastalar arasındaki dikkat çekici ilişki arasında bir fark vardır. Şizoid hasta için ev bağlanmama birimidir. Bu tip hastalar genellikle sadist, nesne sürgündeki kendilik birimi içinde yaşarlar. Bu diğerlerine göre oldukça farklıdır. Yani borderline ve narsistlik kişilik özellikleri patolojik egonun bulunmuş olduğu libidinal birimde dururken, şizoid hastalar tam tersi bir şekilde, agresif birimin içinde kendilerini izole ederek, yalnızlığın içinde kendilerini yalnızlığa mahkum kılarak, orada güvenlik içerisinde yaşamayı tercih etmektedirler. Çünkü yakınlaşma onlar için tehlike ve tehdit demektir. Efendi-köle içinde her an duyguların açığa çıkma riski vardır. Bu nedenle kendileri daha çok, sadist nesne ve sürgündeki kendilik biriminde durmayı tercih etmektedirler. Bu durumda şizoid hastalar için gitmek zorunda oldukları yer sürgündeki kendiliktir. Burada onları her zaman güvenli olacaklardır. Oysa diğer kendilik bozuklukları olan hastalar sürekli bağlanma deneyimi içinde çırpınırken RORU da potent nesne kendilik biriminde şizoid hastanın ilk ve birincil endişesi, sadist nesne ve sürgündeki kendilik birimi içerisinde varlığını güvende ve sabit tutmaktır.

Bir hastanın derdi, üstünlük, yaklaşmak değil, nesne ile kurduğu ilişki de, kendini güvenli bir mesafede tutmaktır. Bütün ilişkilerini baştan itibaren, güvenli bir mesafe ayarı ile süzer. Her an tehdit ve tehlike algısı içindedir. Her an efendi konumundaki nesne, sadist nesneye dönüşebilir. Bölünme birimi etkisi altında, sistem ya libdinal birimde, ya da saldırgan birinmdedir. Libidinal birimde olduğunda hastanın, dikkatli bir şekilde nesne ile kurduğu ilişkide mesafenin, yaklaşmanın ve uzaklaşmanın, her an ayarlanması ve değerlendirilmesi gerekir. Hasta kendisine çok yaklaşıldığını hissettiği zamanda sıkıntı içerisinde hisseder. Terk edildiği zamanda sıkıntı içerisinde hisseder. Veya karşı tarafın nesnenin hareketleri, iç dünyasında bir an kendisini sadist nesne, sürgündeki kendilik yani saldırgan unit nesnenin içerisine gönderebilir. Depresyon bulguları ile karşılaştırabilir. Onun için hasta olabildiğince, nesne ile uyum göstererek hep bir uzlaşı noktasını, aramak konumundadır. Bu çerçevede şizoid hasta, nesnesi ile kurduğu ilişkilerde şizoid dilemma dediğimiz, yaklaşma ve uzaklaşma arasındaki çelişkiyi çözebilmek için, hep bir uzlaşı noktası aramak zorundadır.

Kendilik bozukluğunun birimlerine bakacak olursak, savunmacı efendi- köle birimi yönlendirici, zorlayıcı nesne temsiline sahiptir. Efendidir ve ilgilenmek deyip kullanmak ister. Kendilik temsili bağımlılıktır. Bir nesne için işlev sağlayan bir köledir. Bir kurbandır. Duygulanım şu ikisini bağlar, hapsedilmiş olmak, en azından bağlı olmak. Kabul edilen var oluş yabancılaşmanın ve huzur duygusu vardır. Sadistlik nesne sürgündeki kendilik, sadist, yönlendirmeci, düşman, saldırgan ve kullanan bir nesne temsiline, yabancılaşmış ve soyutlanmış fakat kendiliği kısıtlayan varlığın, parça kendilik temsiline sahiptir. Duygulanım, terk edilme depresyonu ile bazı önemli eklentileri birbirine bağlar. Bu eklentiler nesne ile olumlu bağlantı eksikliği ile yabancılık duygusu, kişinin geri dönemeyeceği ve hiç ilişki kuramayacağı yabancılaşma korkusudur. Bu korku genellikle dış mekan keşfinden çıkarılan bir metafor ile ifade edilir. Astronot bir iple kapsüle bağlıdır. İp kopar astronot boşlukta süzülür ve tümüyle uzaklaşır.

Şizoid hastanın ego fonksiyonları bir çok önemli özelliğe sahiptir. Şizoid hastanın düşüncesinde nesnelerle memnuniyete giden hiçbir yol yoktur. O nedenle kişi kendini yeterli olma gibi bir görünüm geliştirir. Ama aslında bu sahte bir kendine yeterliliktir. Yani savunmacı kendine yeterliliktir. Bunun yanında şizoid hastalar, nesne ile ilişki kurmamaları yönünde bir arzunun olmayışı ile literatürde bir üne sahiptir. Bu doğru değildir. Her zaman nesne ile ilişki kurma arzusu ve açlığı içindedir.

Şizoid hastaların savunma sistemleri nasıl çalışır?

Ayrılma stresi ya da kendilik aktivasyonu paylaşım ve yakınlaşmaya doğru yönelir. Altta yatan sadist nesne sürgündeki kendiliği tetikler. Kopma olur ve daha çok yabancılaşmaya doğru hareket eder. Dayanılmaz olduğu efendi-köle birimine geri döner. Biz buna ileri geri şizoid uzlaşma hareketi deriz. Ne çok yakındır, ne de çok uzak. Çok yakınlık köle olma, çok uzaklaşma ise, boşlukta yabancılaşma anlamına gelir. Şioid hasta bu dilemmayı çözmek zorundadır ve ortak noktada buluşmak zorundadır ve her an bunu ayarlamak zorundadır.

Masterson gruba ait çalışmalarıyla tanınan şizoid hastanın ana yapısını şöyle betimlemektedir: “Güvenlik şioid hasta için anahtar kelimedir. Diğerlerinden yeteri kadar uzaklıkta olma olarak tanımlanır. Sadizm, ihlal etme ve ayrılma için belirli bir mesafeden, ancak tümden izolasyon ve yabancılaşma olmaması için de belli bir yakınlıkta olmak zorundadır. Sürgündeki kendilik güvenliği zorunlu kılar. Sürgündeki güvenlik temsili, şizoid hastaya rahat nispeten anksiyetisiz mesafede, iç pşişik ve kişiler arası tehlikeli bir biçimde yakın olmaktansa, diğerlerinden uzak olmasını sağlar” demektedir.

Bir hastanın en temel savunması fantezi kurmasıdır. Fantezi şizoid hastanın hayatında son derece önemlidir. Bunun da çeşitli işlevleri vardır. Genellikle fantezi kişinin dünyadan geri çekilmesinin, içe dönüşün ve diğerlerinden uzaklaşmasının bir parçası olarak görülür. Bu şekilde bakılırsa fantezi sürgündeki kendiliğin temel bir bileşenidir. Fakat bundan çok daha karmaşıktır. Fantezi vekâlet sayesinde dünya ile iletişimdir. Vekâleten bir ilişkidir. Ancak yinede bir ilişkidir. Şizoid bir hasta için, ideal savunmacı, telafi edici bir ilişkidir. Sürgündeki kendiliğin bir ifadesidir. Çünkü kendini kapsayan, el konumları ile bağdaştıran tehlike, anksiyeteden yoksundur. İçsel nesnelere rağmen nesnelere bağlanmaya çabalayan kendiliğin dışa vurumudur.

Fantezi şizoid hastalarının bağlanmış hissetmesine yardımcı olur. Halen efendi köle biriminin tutuklanmasından bağımsızdır. Kısaca fantezide birey bağlanmış içsel nesneye ve aynı zamanda da özgür olabilmektedir. Şizoid hasta için fantezi, şizoid ikilem tarafından sunulan problemin çözümü gibi gözükse de birlikte kendi problemlerini de getirmektedir. Bu şizod hasta için çalışan terapist içinde geçerlidir. Fantezinin sürgündeki kendilik yapısını güçlendirme ve sağlamlaştırma yeteneği de vardır. Şizodi hastanın daha yüksek seviyede öz güven ve kendini kapsamasını mümkün kılar. Fantezi temel bağlanma ihtiyacını memnun etmek için dış gerçekliğin nesnelerine ihtiyaç duymaz. Bu sebeple şizoid hastanın izole olmadan sürgünde yaşama kapasitesini geliştirir. Fantezi, şizoid hastanın tehlike olmadan, ne çok uzakta ne çok yakında bir ilişki içerisinde yaşamasına izin verir. Bu şizoid uzlaşmanın başlıca örneğidir.

Tarihsel süreç içerisinde şizoidi bize ilk tanımlayan Guntrip’in 1969 yılında 29 maddelik listesidir. Listede şizoidin temel özelliklerini, Guntrip 9 maddeye indirgemiştir. Bunlar a- içedönüklük b- çekingenlik c- narsisizm d- kendi kendine yetme e- üstünlük hissi f- arzu kaybı g- yalnızlık h- benlik yitimi ı- regresyon ve gerileme olarak tanımlamıştır.

Şizod hasta içe dönük bir yaşam sürer. Dış dünyadaki ilişkilerini canlı ve aktif yaşamak yerine, sıklıkla fantezilerinde hayalperest yaşamın içerisinde, kendi iç dünyasında zengin bir yaşam belirler. Çekingenlik açısından baktığımızda; çekingenlik dış dünyadan ayrılıktır ve içe dönüklüğün diğer bir yüzüdür. Hasta aktif bir hayata girmez, çekiniktir. Şizoide bariz çekingenlik, net ve gözlemlenebilir utangaçlık, gönülsüzlük yada dış dünyanın ve kişiler arası engellenmesi gibi tablo sergileyen çok sayıda şizoid birey olsa da bazı bireylerde bunların tem tersi görüldüğü halde şizoid tablo bulunabilmektedir. Bunlar gizli şizoid olarak tanımlanan, iç dünyalarındaki yapıları ile dışarıdan sergiledikleri tabloları çok farklı. Temelde şizoid olup da sempatik etkileşimli bir kişilik tavrı sergileyen çok kişi vardır. Bu hastalara gizli şizoid denmektedir.

Şizoidin narsislik özelliği, diğer narsistler gibi bir üstünlük iddiası olması şeklinde ifade edilemez, şizoidde görülen narsisistik savunma veya tablo ötekini kendisine yaklaştırmaya engel olacak bir mesafeyi ayarlamak için bulunmuş bir araç gibidir. Şizoid hiçbir zaman öbürüne üstün olduğu iddiası ile bir perspektiften narsislik duruş sergilemez. Sadece arasına mesafe koymayı ayarlamak için narsislik tablo çizer. Guntrip’in özelliklerinden biride kendine yetmedir. Kendine yetme hasta yada şizoid, diğer insanlara olabildiğince az ihtiyaç duymak onlara olabildiğince az dayanmak, temel ihtiyacı nedeni ile kendine yetmeye ve kendine güvenmeye ve kendi içinde potansiyelleri ile kendini değerlendirmeye almaktadır. Aksi taktir de kendi kendine yetmediğinde öbürüne ihtiyaç duyacak, öbürünün köle efendi ilişkisinde efendiliğini kabul edecek, öbürünün sadistliğini kabul etme durumun da kalacak. Kendi dünyasında ne kadar kendine yeter bir pozisyon yaratabilirse, o kadar özgür o kadar bağımsız olabilecektir. Guntrip’e göre şizoid hastaların garip bir üstünlük hissi vardır. Bu his, kendi kendine yetmeye doğal olarak bir üstünlük hissine de eşlik etmektedir. Diğer insanlara ihtiyacı olmayan bir, onsuz yapamayacağı birinin olmaması. Burada insanlardan farklı olma hissi de ortaya çıkmaktadır.

Şizoidin üstünlük hissi narsislik bozuklukta şişirilmiş kendilikle uzaktan yakından alakası yoktur. Eleştiren, utandıran yada aşağılayan şeklinde algılayan kişilerin yok edilmesi yada değerinin düşürülmesi ihtiyacı şizoid bağdaşmaz. Guntrip’in tanımladığı şizoid hastaları için arzu kaybının özel bir anlamı vardır. Hastanın kendi içerisinde kendi kendine yetebilmesi kabiliyeti, nesne ile olabildiğince az ilişki kurmasını gerektirir. Nesne ile olabildiğince az ilişki kuran şizoid nesnenin ne hissettiğini empati ile algılayamaz anlayamaz. Daha doğrusu nesne ile direkt iletişim kurmada yetersizliği vardır, ona olabildiğince az ihtiyaç duymak ister. Buda onda arzu kaybını getirir. Öbürünün en hissedip hissetmediğini, kendisinin en hissedip hissetmediğini bilemez. Bu tipin vurguladığı arzu kaybını başka bir süreç olan, co hasta tarafından belirtilen duygusal hissizlikten ayırt etmek gerekmektedir. O disosiyatif bir süreçtir. Şizoid deneyimi duygusal hissizleştirmelerden birisi değildir. Fakat çatışma ve belirsizliklerden birisidir. Şizoidler hissetmekte yeteneksiz değillerdir. Hisleri ne olduğu veya hislerin ne anlattığı konusunda kararsızlardır ve cimrilerdir. Çoğunlukla deneyimlerini başkaları tarafından anlaşılmaları için kullanılan kelimeleri ifade etmekte kendilerini yeteneksiz hissederler.

Guntrip‘in şizodi tanımlarken ifade ettiği özelliklerden biriside yalnızlıktır. Guntrip’e göre yalnızlık şizoid içe dönüklüğe dış ilişkileri fes etmenin bir sonucudur. Tekrar tekrar ortaya çıkan yoğun arkadaşlık ve sevgi hasreti kendini belli eder. Bir kalabalığın ortasında olan yalnızlık, şizoidin duyuşsal rapordan mahrum olmasını sağlayan bir deneyimdir. Özellikle dışarıdan gözlemci tarafından fark edilmeyen ancak şizodin içsel olarak tecrübelediği bir şeydir.

Guntrip’in belirttiği diğer bir özellik benlik yitimidir. Benlik yitimini bireysellik ve kimlik kaybı olarak da tanımlar. Benlik yitimi disosiyatif bir savunmadır. Benlik yitimini genellikle şizoid hasta tarafından ters yüz olmak veya kapatmak veya gözlemci ve katılımcı egonun bir birinden ayrılma tecrübesi olarak tanımlar. Anksiyete durumu baş edilemez gibi gözükür ve şizoid tarafından deneyimledir. Daha önce açıklanan arzu kaybından çok daha mutlak bir biçimdedir. Şizoid de arzu kaybı çok daha kronikken benlik yitimi deneyimi bunaltıcı anksiyete ve tehlikenin doğrudan deneyime karşı daha vahim bir savunmadır. Guntrip’e göre diğer bir şizoid özellik gerilemedir. Dipteki bir şizoid kişinin kendi dış dünyası tarafından bunaltılması ve hem içeri kaçışı hem de geri anne rahmindeki emniyete arayışı ifade edilir.

Şizoid hastanın tedavisinde özel süreçler işler.

Şizoid hastanın kısa dönem tedavisinde amaçlar ve hedefler ne olmalıdır:

1- Kişiler arası anksiteyi azaltma

2- Geri çekilme yada inzivaya çekilmenin durdurulması

3- Kişiler arası iletişim ve bağlantıyı teşvik etmek, kısa süreli hedeflerdir.

Bir telepatik süreçte şizoid bir hasta ile çalışabilmek için belirli etaplar vardır, bu etaplardan birincisi hastaya fikir birliği ile eşleştirilmesinin yapılması. Ne demektir fikir birliği eşleştirilmesi kavramı? Terapistin şizoid ikilemi anladığını, hastanın görmesi anlamına gelir. Eğer terapist ile hasta arasında şizoid anksiyetelerin doğası bir fikir birliği var ise hasta terapistinsin bu anksiyeteleri hakkındaki bilgisinden haberdar ise o zaman hasta telepatik ortamın daha az tehlikeli ve riskli olduğunu hisseder. Terapistin hastanın anksiyetelerine daha saygılı olacağını hakkında hastanın daha fazla inancı ve ümidi vardır. Hasta aynı zamanda terapistin sözlerinin ve davranışlarının hasta üzerindeki etkisinden daha fazla farkında olacaktır. Fikir birliği eşleştirmesini gerçekleştirmiş olacaktır.

İkinci etap itibari ile hastanın telepatik süreç içerisinde tutulması veya tutmaktır. Tutma ile anlatılmak istenen nedir? Fikir birliği eşleştirilmesi ile nasıl ilintilidir? Fikir birliği eşleştirilmesi hastanın kişiler arası ilişkilerde yeni bir mesafe düşünmesi için hastanın yeteneğini destekler. Kaçınılmaz sürgün ya da esaret beklentisine ya da fantezisine sekte vurur. İlk olarak terapistin sağlam bir yorum duruşu sergilemesi gerekir. Bu da şizoid hastanın tedavisinde terapistin çoğu zaman meydan okuma ya da aynalama yorumlarını kullanmayı engelleyeceği anlamına gelir. Meydan okuma şizoid hasta tarafından çoğu zaman, hastayı yönlendirme bir gündemi empoze etme yada baskı yapma çabası olarak deneyimlenir. Örneğin şizoid savunmayı bir meydan okuma şu yönde olabilir. “Neden her sefer ileri bir adım attığında kendini geri çekiyor, ya da inzivaya çekiliyorsun?” Bu beyanın içeriği dışında hiçbir şey doğru değildir. Şizoid hasta bunu bir saldırı olarak algılayacaktır. Halbuki şizoidi algı ve yorum hastada içselleşecek ve kapasitesinin artırmasına neden olacaktır.

Üçüncü etapta daha yakın bir uzlaşma ile ilgili bir hedef ortaya konur. Daha yakın uzlaşma hastanın el konulma ve temelli sürgün gibi dayanılmaz iki uç arasındaki alternatif ara durum olasılıklarını deneyimleyeceği anlamına gelir. Hasta daha az kişiler arası mesafe oluşturarak risk alabiliyordur. Daha fazla bağlantı iletişim koordinasyon ve hatta fikirlerin, duyguların eylemlerin paylaşımına daha fazla çaba gösterebilir. Bu tip çabalar daha fazla memnun edici daha fazla uyarılabilen mesafeye ulaşma olasılığını da beraberinde getirir. Buda tedavi sürecinin olumlu süreçle gitmesine neden olur.