Gelişimsel teori konusunu ve onun şizoid kendilik bozukluğu teşhisine ve anlayışına uygulanmasını değerlendirirken, ele alınması gereken birkaç soru vardır. Gelişimsel teoriye ne kadar önem vermek gereklidir? Gelişimsel teori anlayışının, hastanın fiili klinik tedavisinde ne kadar önemi vardır?

Tedavi konusunun aciliyetinin ele alınmasına çok az ihtiyacı olan bireyler mi gelişimsel teori hakkında tartışıyorlardır?

Gelişimsel teori konusunu ve onun şizoid kendilik bozukluğu teşhisine ve anlayışına uygulanmasını değerlendirirken, ele alınması gereken birkaç soru vardır.

Gelişimsel teoriye ne kadar önem vermek gereklidir? Gelişimsel teori anlayışının, hastanın fiili klinik tedavisinde ne kadar önemi vardır? Tedavi konusunun aciliyetinin ele alınmasına çok az ihtiyacı olan bireyler mi gelişimsel teori hakkında tartışıyorlardır?

Birincil önemi ne yapmak ve ne zaman yapmak gerektiğine veren klinisyenler, genellikle hem gelişimsel teorinin hem de klinik uygulamanın kalbinde yatan soruyu atlamaktadır. “Yaptığımız şeyleri neden yapıyoruz?” Gelişimsel teori, insanların varlık haline geliş yolunu – nasıl bu hale geldiler ve ne hale geldiler – anlamaya çalışan kaidedir. Gelişimsel teori, normal varoluş sürecini açıklayarak, klinisyenlerin patolojik olanı daha kolay belirlemelerini sağlar. Örneğin, klinisyen bir hastanın esaret korkusunu vurguladığını duyabilir. Bu beyana ne anlam verilebilir? İnsan tecrübesinin normal, tahmin edilebilir bir parçası mıdır? Çocuğun sembiyoz (ortak yaşam ) halinden çıkarken ki önelenemez, içine çeken korkunun bir parçası mıdır? Sallantıdaki ya da aşırı korumacı ebeveyne veya bakıcıya karşı olan anlaşılabilir tepkinin bir yansımasıyla normal sürecin abartılmış bir parçası mıdır? Ya da, insan deneyiminin normal düzlemine, dik bir tepkinin anksiyetesi ya da korkusu mudur? Eğer gelişimsel teorinin simbiotik bir döneme ya da ayrılmaya karşı önlenemez bir içine çekilme çatışmasına ihtiyacı yoksa, o zaman esaret korkusu, normal gelişimsel patikadan net bir sapmak ya da ayrılmadır.

Gelişimsel teoride kati bir düzenek olmamasıyla birlikte, klinik uygulamanın çoğu belirsizlik denizinde akıntıya kapılmıştır. Klinisyenler “anlık koşullara göre hareket et” [ burada kullanılan İngiliz atasözü yerine nabza göre şerbet vermek kullanılabilir ] ilkesine göre çalışmaktadırlar ya da o anda doğru gözüken müdahaleyi uygulamaktadırlar.

Bütün bu sebeplerden dolayı, gelişimsel teori olmadan klinik psikiyatri, hiçbir zaman psikodinamik psikiyatri olamaz. Freud’dan günümüze kadar, psikodinamik psikiyatri; tanımlayıcı psikiyatri ile gelişimsel psikiyatrinin bir evliliğidir. Bu psikonevrozlar için de doğrudur; bugün de kendilik bozuklukları için doğrudur. Gözlemlenebilir olgunun ve teorik yapıların bu isabetli evliliği olmadan; klinik psikiyatri ve kısmen karakteroloji alanı, insan yapısı ve patolojisi – istikrarlı, göreceli kararlı, dünya ile iletişim içerisinde davranmanın, düşünmenin ve hissetmenin devam eden yolları – anlayışını düzenlemek için kapsamayan, hepsini kucaklamayan, bir yolla birlikte anlamsız kriterler (DSM’deki gibi) listesinden ibaret olurdu.

Zihnin gelişimsel modelleri, tanımlayıcı psikiyatriyi psikodinamik psikiyatriden ayıt eden şeylerdir. Psikodinamik psikiyatri kapsamı içerisinde, terapötik müdahalenin seçimi, çoğunlukla, gelişimsel model anlayışının sağladığı doğa tarafından belirlenir.

Daha ilerlemeden önce bir ikaz işareti. Son çeyrek yüzyılda, gelişimsel psikoloji – çocuğun zihninin araştırılması, çocuğun kendisi, çocuğun kişilerarası dünyası – kendini henüz kanıtlayabilmiştir. Klinik hipotezlerin çıkartıldığı ve ileride incelenecek olan çocuk psikolojisinin modelleri, gözden geçirme, genişleme ve bir akış durumunun embriyosundadır. Bu tür hipotezler, değişebilir olarak görülmelidir ve bu tür teorilerin Terapötik imaları, klinik laboratuarda test edilmeye devam edilmelidir.

Şizoid kendilik bozukluğuna özgü gelişimsel konular nelerdir? Bu soruyu cevaplamak için, bireyin varoluş süreci hakkında klinisyeni bilgilendiren, en güncel ve belirgin iki teoriye bakmak gerekir. Bu iki teori genellikle “ayrışma-bireyselleşme teorisi” ve “benlik algısının gelişme teorisi” olarak tanımlanırlar. Bunların mucitleri ve baş savunucuları sırasıyla Margaret Mahler (Mahler, 1968; Mahler, Pine, & Bergman, 1975) ve Daniel Stern (1985) dir. Her iki teori de aydınlatıcı, klinik açıdan uygulanabilir, ve birbirlerine benzemediklerini vurgulama çabalarına rağmen; oldukça örtüşmeleri olan ve temelde birbirlerini tamamlayan teorileridir.

Karakteri daha genel olarak anlamaya yönelik uygulamalarında, her bir teorinin özel bakış açılarını anlamak önemlidir. Böylece, her iki teori çerçevesinde, şizoid kendilik bozuklukla alakalı gelişimsel meseleleri anlamak için odak daraltılabilir.

Mahler’in insan yavrusunun psikolojik doğumu tanımı ve ayrışma-bireyselleşme süreci, 1960 yılından itibaren, normal çocuklarla ve klinik nüfuslarla çalışırken ve onları anlamaya çalışırken, sıklıkla kullanılan terimlerdir. Karakteroloji alanında ayrışma-bireyselleşme teorisi, borderline bozukluğun oluşumunu aydınlatmakta oldukça başarılı olarak uygulanmıştır (Masterson & Rinsley, 1975). Masterson Yaklaşımında, narsisitik kendilik bozukluğunu eklemek için, ayrışma birleşme teorisini genişletirken, yakınlaşan krizden önceki dönemde oluşan gelişimsel bir tıkanıklığın, çocuğun muhteşemliğini dokunulmamış ve bozulmamış olarak bırakmasına odaklanılmıştır. Teorinin klinik gözlemlere, narsisistik kendilik bozukluğu ve borderline kendilik bozukluğunun uyumu hiçbir zaman rahat ve iyi olmamıştır (Masterson, 1981).

Bu, kendilik şizoid bozukluğunu hangi noktada bırakır? Ayrışma- bireyselleşmenin alt katmanları arasında, şizoid bozukluk için bir yer bulmaya uğraşılmalı mı? Hiç kuşkusuz yapılabilir ama soru şu ki; yapılmalı mıdır? Muhtemelen, narsisistik kendilik bozukluğu için, cevapladığı kadar çok da soru oluşturacaktır. Bu sebepten, böyle yapmaktansa, ayrışma-bireyselleşmenin temel kavramlarını yeniden gözden geçirmek, klinik açıdan kısıtlamaktansa neyin geliştireceğini belirlemek, için daha iyi olabilir. Ve böylece, süreç içersinde, önemli bir örtüşme alanı ya da kendilik teorileri ile gelişimsel algılar arasında bir benzerlik bulunabilir.

Ayrışma-bireyselleşme teorisi,vurgulanması gereken gelişimsel süreç hakkında temel, merkezi bir varsayım yapar. Şöyle belirtir; gelişim sırasında öyle bir zaman gelir ki (sürecin kendisine göre ikinci planda kaldığı ve çoğunlukla konu dışı kalan bir zaman) ; zihinsel çalışmanın önemli bir işlevi olarak, çocuk, sembiyozun ötesine ilerlemeye başlar. Dış dünyayı iç dünyadan ayırt etmek için, ve en önemlisi, içsel benlik temsilini içsel nesne temsilinden ayırt etmek için ussal yaşantısında bir yeteneğe doğru ilerler.

Mahler’in yazıları boyunca, sembiyoz kavramının iki farklı zihinsel işlevi için kullanıldığını unutmamak gerekir. İlki, iç dünya ile dış gerçekliğin arasındaki aynılaşma ( farklılaşmanın ortadan kalkması) kavramı için kullanılmıştır. Sembiyozun bu kavramı, ego sınırlarının sağlamlaştırılmasındaki başarısızlıklarla ve müteakip patolojik durumları – özellikle, çocukluk sembiyoz psikozu – ile ilgilidir. Ekseriyetle, iç dünya dış gerçekliği ayrıştırmada sürekli başarısızlık, gerçekliği test etmede ısrarcı hatalara ve zihinsel işlevin köklü psikotik oluşumuna yöneltir.

Mahler’in “sembiyoz” terimini kullanarak açıklamak istediği ikinci zihinsel işlev, sorunların saf bir içpsişik durumudur.

Dış gerçekliğe olan ilişkisi de ikincil konudur. Bu Mental işlev, kendilik temsili ile nesne temsili arasında aynılaşmayı da içerir. Çocuğun sadece temsili dünyası ile ilgilenir. Bu tamamen içsel sembiyoz, ya da benlik ile nesne temsilleri arasındaki aynılaşma; birincil olarak çocuğun dış gerçek algısı ile uğraşmaz ancak daha ziyade, çocuğun kendi hakkındaki ve diğerleri hakkındaki düşüncelerine, fikirlerine ve düşüncelerine; bir insan varlığı olarak nelerden hoşlandığına ve kapsadığına, nesnenin neye benzediğine ve neler içerdiği konusuna odaklanır. Buradaki vurgu, öznel deneyim üzerinedir; dış gerçekliğin üzerine değil. Bireyin kendi hakkındaki, kendilik temsili hakkındaki ve diğer, nesne temsili hakkındaki anıları, duyguları, fantezileri ve fikirleri etkin kelimelerdir.

İçsel sembiyoz, zihinsel işlevin ikincil ilkesi, küçük çocuğun, fantezilerinden, hislerinden ve diğerinin, nesnenin, deneyimlediklerinin, hislerinden, ne olduğundan (başka bir inisiyatif merkezi tarafından yönetilen) farklı olarak, kendi hakkındaki düşünce ve deneyimlerini doğru şekilde ayrıştırım (ayırmak) yapamamasını tanımlar.

İç sembiyoz, gerçekliğin sınanması meseleleriyle ve içsel dünyayı dış gerçeklikten ayırmakla ilgili değildir. Tamamıyla, kendiliği, nesne temsillerinden ayırt etmekle ilgilidir. Klinik olarak bunun anlamı; dışsal sembiyoz (ilk tanımlama) psikotik durumlara uygulanırken, içsel sembiyoz karakteroloji alanına ve kendiliğin bozukluklarına uygulanır. Mahler’in yazılarındaki, bu kullanım belirsizliği, sembiyoz (içsel sembiyoza karşın) fikrinin anlaşılmasına gereksiz sekte vurmuştur. Dahası, Mahler ve Stern’in gelişimsel teorileri arasındaki belirgin ayrılık görünümünün de temel sebebidir.

Sembiyozun ilk anlamı (dışsal sembiyoz ve gerçekliği sınamanın işlevi) kendiliğin bozukluklarını anlayışı ile ilişkilidir. Şu zamana kadar, birçok düşük-seviye kendilik bozukluğunun, azalan oranda sınırlı mikropsikotik ve sahtepsikotik bölümler sergilemesini anlama eğilimine yardım eder. Bu noktada dışsal sembiyoz kavramının, dış dünya ile iç gerçeklik arasındaki sınır zorlayan bir zihinsel süreç olduğu açıkça görülebilir.

İçsel sembiyoz görüşü ve ayrışma- bireyselleşmenin yakınlaşma alt kategorisinin kalbinde olan; zihinsel işlevin bu bağlamdaki değişimi, kendilik bozukluklarına daha da fazla uygulanabilir. Mahler’in kendiliğin aynılaşma ve nesne temsilleri kavramı, çocuk için kayda değer gelişimsel bir dönem olduğunu belirtir, ki bu dönemde çocuk iki bağımsız merkezi inisiyatifin ayırdımını yapamamaktadır.

Bu işlevsel olarak, çocuğun anıları, duyguları, ve benliğin deneyimlerini; ötekinde tutulan hayal edilmiş anılar, duygular ve deneyimlerden net olarak ayırt edememesi anlamına gelir. Mahler’in içsel sembiyoz kavramın, bu sebeple, zihinsel işlevde belirli bir sürece (yaş- muvafık çarpıtma) net olarak değindiği görülmektedir. Bu süreçte çocuk diğer insanların da kendi hissettiği ve düşündüğü şekilde hissedip, düşündüğüne inanmaktadır.

Sembiyoz’un bu iki tanımını akılda tutarak, ayrışma-bireyselleşmenin alt aşamaları tekrar gözden geçirilebilir. Farklılaşma ve uygulama alt aşamaları, çocuğun iç dünya ile dış gerçekliğin net ayırımı ve içsel kendilik ile nesne temsillerinin ayırımı ikiz hedeflerine ulaşmak için yürüttüğü zihinsel deneyleri iyi açıkladığı gözükür.

Yaklaşım alt aşaması, başlıca ulaşılan nesne temsilleri ve benliğin farklılaşmalı süreci ile başlar. Çocuk zihinsel işlevin bu yeni açısını birleştirme yolunda iyi gidiyordur. Yaklaşım (isminin ima ettiği üzere) alt aşamasının özü olarak; çocuk artık, kendi düşündüğü ya da hissettiğini otomatik olarak diğerlerinin hissetmediğini ve ya düşünmediğinin farkına vardığı bir zamana gelmiştir. Dış gerçeklikteki kişinin artık çocuğun önceden kendi hissettiği ve düşündüğü gibi düşündüğünü çoktan fark ettiği içteki nesneyi artık daha fazla aynalamayacağı varsayılır. Artık, dış gerçeklikteki nesne, kendi özel düşünceleri ve duyguları olan içsel nesne temsillerini aynalamaktadır. Çocuk, çocuğun yeni ulaştığı zihinsel durumu yansıtan, yeni tanımlanmış kişilerarası bir dünyaya giriş yapmıştır. Çocuk, zihinsel işlevin yeni yönetimi ile, nesneye değişik bir anlayış seviyesinden ulaşmak zorundadır.

Yaklaşımın öz yönlerinin çoğu, çocuğun nesneden ayrılışının akut farkındalığı olarak açıklanır. Önem çoğunlukla, dış gerçeklikte nesneden ayrılmaya verilmiştir. Can alıcı nokta; çocuğun içsel nesne temsilinden ayrılması ve kafadarlık (düşündeşlik) ve benzer hissetme varsayımıdır.

Ayrışma-bireyselleşme teorisi ile borderline bozukluğun bu kadar iyi uyuşmasının sebebi,merkezi yapılanma ilke olarak, yaklaşımın zihinsel işlev özelliklerinin tanımının bütün kendilik bozuklukları ile uyuşmasıdır. Bu, daha ağır psikotik seviyedeki bir yapılanmayı, kendilik bozukluklarının yapılanma özellik seviyelerinden ayırt eder.

“Yaklaşım” teriminin doğası olarak, ayrışma-bireyselleşme teorisi, artık, çocuk ve diğeri arasında, etkin bir uzlaşma süreci olması gerektiğini vurgular.

Buradaki diğeri hem dış gerçekliğin temsili olan hem de içsel dünyanın temsili (içselleştirilmiş nesne temsili) olandır. Sonuçları yeni kişilerarası ilişkiler ve yeni içselleştirilmiş nesne ilişkileri olacaktır. Masterson ( Masterson & Rinsley, 1975) ilk olarak borderline bozukluğun oluşumu izah ettiği zaman, çocuğun içpsişik yeniden yapılanmasında çıkan bu yeni dönemde, annenin duygusal müsaitsizliğinin önemini vurgulamıştı. Annenin duygusal sağlıklı bir anlaşma ya da ittifak durumu temin etmedeki müsaitsizliği, önemli iki gelişimsel sekteden ilkiydi. İkinci sekte; ailenin çocuğa sunduğu sağlıksız, gerçekçi olmayan, çarpık bağlanma koşulları ile ilgilidir. Müstakbel borderline bozukluğu durumunda, klasik modelde tanımlanan koşullar şöyledir: gerileme için ödül, ayrışma-bireyselleşmenin karşısında geri çekilme ve kendilik- aktivasyonu.

Daha önceden de belirtildiği gibi, Masterson narsisistik bozukluğu eklemek için ayrışma-bireyselleşme teorisini genişlettiğinde, klinik gözlemleri teoriye eşleştirmede problemler baş göstermişti. Yaklaşım öncesi kriz dönemindeki gelişimsel bir tıkanıklık, düşündeşlik ya da içsel sembiyozun temel durumunun korunması ile, kolayca doğru varsayılsa bile, ego işlevsellik seviyelerinin gelişimsel tıkanıklık seviyeleri ile çakışmasında problemler ortaya çıkıyor. Masterson bazı olası çözümler önermiştir, fakat hiç bir açıklamanın tam olarak uygun olmadığı sonucuna varmıştır. Ayrışma-bireyselleşme teorisi tarafından yapılan ek bir açıklama, ulaşılan yeteneklerle aktif olarak uzlaşmaya çalışan çocuk, önceden çok iyi hizmet emiş olan bağlanma durumlarını hareketlendirmeyi seçer. Bu tür bir açıklama, birincil bir taraftarlıktan, gelişimsel tıkanıklık kavramına doğru ve Daha önceden var olan zihinsel işlevlerin değerlerinin yeniden hareketlenmesi ve aktive edilmesi teorisinin yer değiştirmesine doğru, fakat zihinsel işlevin ana koşularının ikinci bir konumuna doğru gönderilen, teorik yön değişimini gerektirir.

Ayrışma-bireyselleşme teorisini göz önüne alırken, sembiyozu ve yaklaşımı, daha önceden yönlendirilmiş iki soruyu yanıtlandırılabilir. Ayrışma-bireyselleşme teorisi, gelişimsel teori ile bağdaşıyor mu? Ve hangi faydalı gelişimsel teori, klinisyenin şizoid bozukluk anlayışını ve tedavisini şekillendirebilir?

Birinci sorunun cevabı olarak, Mahler ve Stern’in çalışmaları kayda değer örtüşme göstermektedir. Stern, Mahler’in tanımladığı kavramları işlemsel tanımlayarak ve titiz incelemeler yaparak, Mahler’in temel varsayımlarını desteklemiştir.

Sonuçta, Stern’in ortaya serdiği durum, Mahler’in tanımladığı ile neredeyse eştir. Benzerlikler nelerdir?

Stern ilk olarak, kendiliğin dört gelişimsel algısında söz etmiştir: ortaya çıkan, öz, öznel ve sözel kendilik deneyimleri ya da yapılanmaları. Bunlara daha sonra anlatıcı kendiliği de eklemiştir. Ayrışma-bireyselleşme teorisi ile kıyaslama hedefinde, en önemlileri öz ve öznel kendilik yapılanmalarıdır. Kendiliğin öz algısı, fiziksel olarak ayrı, tutarlı bir bütün olarak çocuğun kişisel benlik- tanımı algısını oluşturur. Kendilik-temsilcisi, kendilik-uyumu, kendilik-duygulanması ve kendilik-sürekliliği yeteneklerini, inisiyatifin yapılanmış bir merkezi olarak birleştirdi. Kendilik tecrübesinin bu yapılanması ile ilintili zihinsel işlev ilkesi Stern tarafından tek-fikirlilik kaidesi olarak tanımlandı. İşlevsel tanım, çocuğun; benliğinin ve diğerinin (dışsan nesne ve içsel temsili/çağrıştıran arkadaş), aynı ilgi, duygu durumu ve aynı hedef odağını paylaştığını deneyimlemesidir. Bu tanım, içsel sembiyozun, bezer zihinsel içeriğin ve benlik ile nesne temsilleri arasındaki ortak duydu durumunun işlevsel tanımıdır.

Stern daha sonraları, öznel benlik ile bağdaşmış zihinsel işlev prensibini, ayrı fakat arayüzlü uslar olarak tanımladı. Bu, ayrışma-bireyselleşmenin yaklaşım alt kategorisindeki Mahler’in zihinsel işlev tanımını çağrıştırmaktadır. Ayrı uslardan kast edilen, Nesneye (temsiline) ait olan içerik ve duygu durumlarını, kendiliğe (temsiline) ait olmaktan ayırt edebilme yeteneğidir. Arayüzden kast edilen, bu iki ayrı insiyatif merkezi arasındaki anlayış ve anlamı müzakere edebilme yeteneğidir. Stern tarafından belirtilen, öznel benlik ile ilintili zihinsel işlevin, yaklaşım halindeki çocukla bağdaştırılan zihinsel işlevle benzerliği su yüzüne çıkar. Yaklaşım alt aşamasındaki; arayüzey koşullarının, bağlılık, bağlanma ve karşılıklı ortak anlam durumlarının uzlaşma görevi, öznellikler arasında olan bağlanmadan daha farklı değildir.

Mahler ve Stern’in teorilerini kıyaslarken ve karşılaştırırken, birkaç ek nokta daha göz önünde bulunmalıdır.

Kendiliğin gelişimsel algılarının teorisini klinik patolojiye adapte ederken; kendiliğin özü ile özdeşleştirilen tek-fikirlilik zihinsel mekanizmalarının, genellikle metaforik olarak kaynaşma ve birleşme olarak tanımlanan; narsisitik kendilik bozukluğunda bulunan zihinsel işlevin klinik tezahürleri ile korelasyonu olduğunu söylemek kandırıcı bir beyan olur.

Tek fikirlilik, birleşme ve kaynaşma metaforlarının uygun bir işlevsel tanımı olarak gözüküyor. Gösterişli benlik artık, diğerlerinin de kendi gibi düşündüğüne ve hissettiğine inanan bireyi amaçlayarak işlevsel olarak tanımlanabilir. Diğerlerinin farklı düşünüp, farklı hissedebileceği olasılığını kavramlaştırmakta çok zor zaman geçiren kendiliğin, sorunlar durumudur. Daha önceleri Masterson’ın çoktan varsaydığı gibi, narsisistik bozukluğun; zihinsel işlevin erken bir safhasını gösterdiği var sayımı yapılabilir. Ancak, kendilik teorisinin algılarını uygularken, ayrışma-bireyselleşme teorisinin uygulamasında ortaya çıkan, aynı eleştiriler ortaya çıkacaktır.

İlave olarak, Stern, ortaya konan kendilik yapılanmasından öznel kendilik yapılanmasına doğru gidişin; sadece şiddetli bir aşağılama tarafından saptırılabilecek ( örneğin, ağır zihinsel alıkoyma ya da çocukluk şizofrenisi), büyük çoğunlukla biyolojik/olgunluk başarısı olduğunu vurgulamıştır.

Mahler ve Stern’in teorilerinin birbirinden uzaklaştığı iki nokta daha vardır. İkisi de ikincil derecede önem taşıyan meseleler olarak gözükmektedir. Birinci kavram normal otizmle, gelişimsel psikolojinin başarıyla çürüttüğü Mahler’in kavramı ile, ilgilidir. İkincisi de gelişimsel olayların zamanlaması ile ilgilidir. Her ne kadar, iki teorideki zihinsel süreç tanımları dikkat çekici biçimde benzer olsa da, bu iki etkinliğin zamanlamalar göze çarpan derecede farklıdır. Mahler’e göre, yaklaşım dönemi 15 ile 22 aylık arası dönemdir, oysa Stern’e göre, öznel kendilik yapılanmasının önceliği 7 ile 15 aylık dönemdedir. Gözlemsel ve deneysel veriler arasındaki bu ayrılığın hiçbir açıklanabilir yolu gözükmemektedir.

Şimdi artık, gelişimsel deneylerin şizoid kendilik bozukluğuna uygulama girişiminde bulunulabilir.

1. Şizoid hasta içsel dünya ile dış dünyayı ayırt etmekte şüphesiz yeteneklidir. Hasta psikotik değildir. İçe kapanma ve fantezi kullanımı; kişiliğin otistik, zararlı dönüşümünü hiçbir şekilde yansıtmaz. Bu sebeple, şizoid patoloji kesinlikle şizofreninin silik formu ya da şizofrenik spektrumun bir parçası değildir. Şizoid hasta, diğer kendilik bozukluklarından farklı olarak, psikotik gerilemelere ve bölümlere meyilli değildir.

2. Şizoid hasta, iç kendilik temsili ile nesne temsilleri arasındaki ayırdımı yapma yeteneğine ulaşmıştır. Şizoid hasta, tek us teorisi ile hareket etmez. Bireyin içsel ve kişilerarası hayatına hükmeden süreçler, en iyi Mahler’in yaklaşımı nitelemesiyle ve Stern’in ayrı fakat arayüz uslar betimlemesiyle (öznel benlik) açıklanabilir .

3. Şizoid patolojinin gelişen anlayışının bu aşamasında; gelişimsel olayların belirli zaman lamaları ile uğraşmaktansa, şizoid bozukluğun oluşumunda belirleyici rol oynayabilecek, kişilerarası uzlaşma doğasını ve bağlanma koşularını incelemek daha faydalı olacaktır. Önemli olan oluşumun erken yaşta olması ve ebeveyn-çocuk etkileşimi tarafından (en azından) aracılık edildiğidir.

4. Eğer, gelişimsel zaman meseleleri bir kenara bırakılır ve belirli evre konularına takılıp kalınmazsa; bu yeni anlaşma ve sözleşmelere kendiliğin psikolojik olarak yettiği bir zamanda, narsisistik kendilik ve borderline kendilik bozukluklarının, kendilik ve diğeri arasındaki uzlaşılmış ilişkilerin değişik örüntülerini yansıttığı kolayca görülebilir. Benzer bir şekilde, şizoid hasta için bağlanmanın özel durumları, bağlanmamaktan gelen çatışma, anksiyete ve travmayı bir yandan engellemeye çalışırken, bir yandan da bağlanma ile gelen kabul ve onaylanmayı deneyimlemek için şizoid hastanın girdiği anlaşma ve sözleşmelerin doğası tanımlanmaya çalışılmalıdır. Hedef, gelişimsel olarak aydınlanmış biçimde, şizoid hastanın temsili dünyasının daha detaylı bir tanımıdır. Şizoid hastayı, gelişimsel kısıtlama içerisine sıkıştırmak hiçbir klinik amaca hizmet etmez. Özellikle de, psikopatolojinin mevcut tanımlanmış üç boyutu; narsisistik, borderline ve şizoid için gelişimsel spektrumun çok az klinik kullanımı, ya da kullanılma ihtiyacı, vardır.

5. Katı gelişimsel evreleri arka plana yerleştirerek ve zihinsel işlevler ile bağlanmanın işleyiş modellerinin kati doğasını ön plana getirirsek, spektrum bozukluğunun düşüncesi olarak ne ortaya çıkar? Belirli bir patoloji içersindeki ciddiye spektrumu ya da çeşitliliği, ekseriya gelişimsel kademelerle bağdaştırılmıştır. Bu uygulamanın en iyi ve klinik açıdan en kullanışlı örneği; yaklaşım dönemimde yüksek-seviye borderline hastaların çok daha ileride olması ve erken yaklaşım döneminde düşük- seviye borderline hastaların tıkanıklık yaşamış oldukları varsayımıdır. Bu tasarının avantajları çok fazladır. İşlevselliğin bir aralığını açıklar çünkü tıkanıklık ne kadar geç olursa (tartışılıyor), içeride yatan ve kullanılabilen içpsişik yapı da o kadar fazladır.

İlaveten, düşük seviye borderline hastalardaki yutulma korkusunun hakimiyetin tersine, yüksek-seviye borderline hastalardaki terk edilme korkusu yaklaşımdaki bir tıkanıklık olarak açıklanabilir. Masterson (1978) bu bakış açısının tamamını açıkça belirtmiştir. İyi işliyor. Fakat tabiî ki de bu kadar işlemesinin sebebi dar bir açı ilke ilkelerin borderline bozukluğa uygulanması değildir. Sebebi, çoğunlukla insan olgunlaşması ve gelişimi prensipleri olmalarıdır.

Geriye kalan soru: Gelişimsel kademeler teorisi, patolojinin spektrum ya da çeşitlilik kavramına için bir ilk koşul mudur? Cevabı hayır. Aynı derecede uygun açıklama; psikopatolojinin herhangi belirgin boyutunun (narsisistik, borderline ya da şizoid) klinik tezahürüne çok faktörlü katkıda bulunandır. Masterson bu çok faktörlü katkıyı, doğa, yetiştirme ve kader olarak özetlemiştir (1988). Üç faktörün tümü de, kendilik yapısında ve yapılanmanın en son klinik belirlenmesinde mutlaka sürekli bir rol oynuyordur. Şizoid kendilik bozukluğunun oluşumuna hangi eşsiz yapısal veya geçici faktörler katkıda bulunur? Bulanıktır. Basit birebir korelasyon olamaz; örneğin, “ ısınmaya yavaş” çocuk ile şizoid patolojinin sonraki tezahürleri arasında. Fakat eşit derecede net olarak, yapısal ve geçici faktörlerin bir rolü olduğudur. Bunlar keşfedilmeyi bekleyen kalıntılardır.

Kader benlik tanımının son yapılanmasında kendi acımasız rolünü oynar; hastalık, vefat, yaralanma, tesadüf ve şans gibi faktörler, bireyin kişisel ve kişiler arası dünyalarını tanımlamada önemli roller oynar.

Psikodinamik odaklı klinisyen için yetiştirilme en zorlayıcı faktördür. Bağlanmanın doğası, ilişkinin koşulları da mutlaka ebeveyn-çocuk ilişkisinin nitelikleridir. Fakat bağlanmanın özel işleyen bir modeli homojen bir olgu değildir. İşleyen herhangi bir modelin, ya da kişiler arası anlaşmanın, sonsuz sayıda çeşitlemesi vardır. Bağlanmanın işleyen bir modeli, taşa kazınmış, katı tanımlanmış ve değiştirilemez bir sözleşme değildir. İçerilerde yatan daha az ya da daha fazla içpsişik yapının olması, bu yapıların niteliksel yönlerinden daha az önemli olabilir. Bunlar kesinlikle katı ve taviz vermeyen midir yoksa biçimlendirilebilir ve esnek midir? Kuvvetlendirilmiş yapılar mıdır yoksa geçici sığınaklar mı? Aralıksız ve sürekli olarak kullanılmışlar mıdır yoksa aralıklı ve düzensiz mi harekete geçmektedir? Bu soruların cevapları (doğa ve kadar faktörlerinin etkisi ile), patolojinin bir boyutu olarak klinik tezahürün çeşitliliği ve aralığı için, gelişimsel tıkanıklık kavramı kadar fazla izah edici değere sahip olabilir.

Dördüncü bölüm, özellikle şizoid bozukluğun temsili dünyası ile ilgilenir. Şizoid hastaya sunulan bağlanma koşullarının ve şizoid hastanın dünyasındaki diğerleri ile yaptığı anlaşmanın belirli doğasına ve bakar. Şizoid hastanın içselinin doğası, temsili dünya – şizoidliğin temel doğası – uzlaşılan sözleşmenin bir sonucudur.

REFERANSLAR

Mahler, M.(1968). On human symbiosis and lthe vicissitudes of individuation. New York: International Universities Press.
Mahler, M., Pine, F., & Bergman, A. (1975). The psychological birth of the human infant: Symbiosis and individuation. New York: Basic Books.
Masterson, J. F. (1981). The narcissistic and borderline disorders. New York: Brunner/Mazel.
Masterson, J. F. (1978). Psychotherapy and the borderline adult. New York: Brunner/Mazel.
Masterson, J. F. (1988). The search for the real self. New York: Free Press.
Masterson, J. F., & Rinsley, D. B. (1975). The borderline syndrome: The role of the mother in the genesis and psychic structure of the borderline personality. Inter- . national Journal of Psychoanalysis, 56, 163-177.
Stern, D. (1985). The interpersonal world of the infant. New York: Basic Books.

Tercüme: Psikoterapi Enstitüsü Çalışanları
Not: İzinsiz alıntı yapılamaz, kaynak gösterilmeden kullanılamaz.

There are no comments yet.

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked (*).

You may use these HTML tags and attributes: <a href="" title=""> <abbr title=""> <acronym title=""> <b> <blockquote cite=""> <cite> <code> <del datetime=""> <em> <i> <q cite=""> <s> <strike> <strong>