Psikoterapi Nedir adlı makaleye ait dvd video konuşmasını satın almak için http://yayin.psikoterapi.com adresimizi ziyaret edebilir ya da Buraya tıklayarak sipariş verebilirsiniz.
PSİKOTERAPİ NEDİR? 
Programdır. Peki bu programı yürütürken dayanakları nedir? Efsaneler mi? Mitler mi? Yoksa bir takım bilimsel gerçekliğin üstüne oturmuş yapılar mıdır? Bir ayağıyla psikoterapinin bu tarafını konuşurken diğer ayağıyla psikoterapi dünyada yüz yıldır, bizde de yirmi yıldır fark edilen ve kullanılan bir yöntemdir. Ama insanların problemleri insanlık tarihi kadar eskidir. İnsanlık tarihi kadar eski olan bu problemlerin düzeltilmesiyle ilgili mücadelede muhtemelen insanlık tarihi kadar eski olacaktır.
Bu bağlamda hep merak etmişimdir; biz modern toplum modern psikiyatri ve psikolojiyi öğrenmeden önce mesala, bir Osmanlı da bu tip hastalar için ne yapılıyordu veya bir Selçuklu döneminde ne yapılıyordu veya eski Türklerde ne yapılıyordu. Bununla ilgili bir takım araştırmalar yaptım. İşte aynı problemler o dönemde de var ve o dönmede de insanlara bir şekilde yardım ediliyordu. Bu yardımın niteliği ve içeriğiyle bugünkü yardımın içeriği ve niteliğini karşılaştırmak, birleştirmek ve belki bizim kendi ideolojimizi ile Latin kültürünün mitolojisini de bu mana da karşılaştırmak mümkün olabilir. Psikoterapi nedir? Psikoterapi insanın ruhsal hayatındaki bir takım çelişkileri, çatışmaları, açmazları, sıkıntıları ve bunaltıları ilaç dışında konuşma tekniği ve görüşme tekniği ile çözme sürecine veya prosedürüne verdiğimiz bir isimdir. Bir konunun bilim olabilmesi için onun denenebilmesi, sınanabilmesi, değişik ortam, zaman ve mekânlar da aynı sonuca ulaşabilmesi yani determinal bir sebep- sonuç ilişkisinin bulunması gereklidir.
Bu bağlamda insanın davranışları, düşünceleri, duyguları incelendiğinde bunların oluşum süreçleri ile ilgili araştırmalar yapılmıştır. İnsana baktığımızda insanı üç ana komponent, üç ana parçada değerlendirmek mümkündür. Bir insanın davranışları vardır, bir takım hareketler yapar, bunları dışarıdan gözlemleyebilirsiniz; yüzündeki ifade, jest ve mimiklerini görebilirsiniz, bunlar davranışlarımızdır. Davranışın gerisinde elle tutamadığımız, gözle göremediğimiz düşünceler vardır. Düşünceler insanın ikinci boyutudur. Düşüncelerinde daha gerisinde düşüncelerimizi üreten duygularımız vardır. Üç ana yapı. Psikiyatri ve psikoloji davranışa bakıp bir takım davranışların bozuk olduğunu düşünüp, bunları hastalık olarak nitelendirir ve davranış bozukluğu hastalıkları adı altında bunları tedavi etmeye çalışır. Eğer arkada, düşünce süreçlerinde bir bozukluk varsa düşüncelerimizi düzletici yöntemler; duygulanımda bozukluk varsa, duygulanımdan kastımız mizaçtır, huydur. Yani çok mutluluk halinden çok depresif bir hale üzüntü ve kasvetli bir hale geçen bir spektrum içerisinde yer ve lokasyondur. Bu da duygulanımımızdır. Davranışlarımız reel hayatla uyumluysa tepkilerimiz yaşadığımız süreçle uyumluysa normaldir. Bu manada öfkelenebilirsiniz, kızabilirsiniz, koşabilirsiniz, vurabilirsiniz. Bu etki- tepki içersinde bir süreç söz konusu ise bunda problem yok diyoruz. Keza düşüncelerimizde aynı şekilde reel bir zemine ve mantıksal bir zemine dayanıyorsa bu da normaldir. Duygulanmamızda aynı şekilde bir yakınımızı kaybettiğimizde kasvet içine düşmemiz, üzüntü içine düşmemiz, depresyon duygularıyla yaşamamız gayet doğaldır. Buna Yas reaksiyonu diyoruz. Eğer birey olması gereken süreç içinde bunu yaşayamıyorsa orada bir problem var demek ki üzülmesi gereken yerde üzülemiyorsa, sevinmesi gereken yerde sevinemiyorsa bir problem var diyoruz.
İşte bu bağlamda soru kısmını açacağım.Daha sonra biz bize gelen hastalarımızın şikâyetlerini dinliyoruz. Kapıdan içeri girdiği andan itibaren davranışları, üzerindeki kıyafet, saç sakal durumu, hanımsa makyajı, kendisine verdiği ehemmiyet ve önem durumu, yürüyüşü, bakışları her şey bizim için malzeme olarak bu işe başlıyoruz. Normal ve anormali bu manada ayırt etmeye çalışıyoruz. Şizofren bir hastamızın girişiyle, normal tedirgin bir hastamızın girişi, sosyal fobik bir hastamızın girişi, obsesif kompulsif bir hastamızın kapıdan girişi daha tanışmadan çok net bir şekilde kendisini gösterir. Ve siz onunla karşı karşıya kalırsınız. Bu davranışlarıyla gözlemlediğiniz yapıyı sormaya başlarsınız düşüncesi nasıl işliyor? Önce yer, zaman ve mekân oryantasyonuna bakarsınız, kim olduğunu, nerede olduğunu biliyor mu? Konuşmaları detaylandırdığınız zaman konuşmaların içeriği, sürekliliği, bağlantıları var mı, yok mu? Düşünecelerine bakarsınız, mantıksal bir zincir içerisinde çalışıyorsa normal dersiniz. Duygulanımına bakarsınız, gereksiz yere, çok polifoni manik dediğimiz hipomanik dediğimiz taşkınlık, sevinç, coşku halinde mi? veyahut da dispoli dediğimiz depresyon dediğimiz duygularında bir kötülük veya aşağı doğru iniş mi var. İşte bunları dinledikten sonra genel bir kanaate varıyoruz. Bu arkadaşımızın beyin biyokimyasında ve genetik materyalinde birtakım bozukluklar düşünüyorsak,birtakım teşhisler koymuşsak ancak ilaçla ve cerrahi yollarla müdahale edeceğimizi biliyoruz ve ilaç tedavisine alıyoruz. Bu arkadaşımıza hardware de bir bozukluk var ve bu hardware’ı düzeltici elimizdeki mevcut ilaçlar veya yöntemlerle ancak organik bir müdahale söz konusu diyoruz. Bu olayı ve kullanması gereken ilaçları anlatıyoruz Bazı hastalarımız bu ilaçları belli bir süre, bazıları ise bir şeker hastası,bir tansiyon hastası gibi bir ömür boyu kullanmalıdır. İkinci olarak; gelen arkadaşımızı dinledikten sonra hardwarede, organik yapıda, beyin biyokimyasında ciddi bir bozukluk olmadığını görürsek software bakıyoruz. Yani olaylara bakış tarzı, eğitimi. eğitim derken, kişisel gelişim süreçlerini inceliyoruz. Bireyin gelişim aşamalarında veya kişilik oluşum süreçlerinde, olaylara bakış tarzında ve yaşantılarında software yani eğitimle birlikte dışarıdan alınan bilgiyi işlemleme sürecinde bir hata varsa, bu arkadaşımıza iki şey öneriyoruz; ya bu sıkıntıları problemleri bastırmak için size ilaç tedavisi vereceğiz, bu geçici bir çözümdür. Benim bireysel kanaatim bunu aldığınız müddetçe rahatlayacaksınız.
Mesela; sosyal fobik bir arkadaşım çeşitli ortamlara girdiğinde bakışların üzerine odaklandığını hissettiğinde bir hata yapacağı, yanlış davranacağı korkusuyla büyük bir sıkıntı ve bunaltı hissediyor, olay mahallinden kaçıyordu. Zorunlu olarak girmek zorunda ise büyük bir sıkıntı ve bunaltıya katlanıyordu. İşte bu bunaltı ve sıkıntıyı hissetmesin ve kaçınma davranışı sergilemesin diye biz buna bir takım ilaçlar veriyoruz. Bu ilaçları kullandığı süre içerisinde de problemleri olmuyor. Aynı arkadaşa ikinci bir öneri daha yapıyoruz; size bir psikoterapi verebiliriz. Psikoterapi; ilaç olmadan senin ruhsal hayatındaki bir takım kaygılarını, sıkıntılarını ve bunaltılarını düzeltecek bir yaklaşım tarzıdır. Psikoterapi nedir? doktor bey diyor. Psikoterapi; olayları karşılıklı olarak konuşarak, olayların arkasındaki yapıları anlamak, idrak etmek, iç görüşünü kazanmak ve yeni stratejiler uygulamak üzere getirilmiş olan programlardır. Ve burada psikoterapinin ne olduğunu anlatmaya başlıyorum ve ben şu an bunu sizlere anlatmaya çalışacağım. İnsanların davranışlarını, sıkıntılarını incelediğinizde bir takım şikâyetleri var. Yalnız kalamıyorum, gece korkuyorum, köpekten korkuyorum. Büyük mekânlara, süpermarketlere gidemiyorum, kalabalık yerlerde bulunamıyorum. Toplantılara iştirak edemiyorum, insanların önüne çıkıp konuşma yapamıyorum. Bir etkinliği başlatamıyorum. Cinsel olarak bir takım duygularımda sıkıntılar var, arzu ve isteğimi kaybettim, ereksiyon problemim var, erken boşalma problemim var, vajinismus problemim var, yeme problemim var, yiyorum, kusuyorum veya yiyemiyorum gibi. Birçok alanda yüzlerce sıkıntıyla önümüze geliyorlar. Biraz önce bahsettiğim, bu bir hardware yani organik bir bozukluk değil ise bir psikoterapik program öneriyorum. Bu psikoterapi programını hasta kabul ederse bunu anlatmaya başlıyoruz. Diyoruz ki hekimlerin bir kısmı veya araştırmacıların bir kısmı insanların şikâyetlerini incelemişler ve bakmışlar ki insanlar bütün hareketlerini ve davranışlarını koşullu şartlanma dediğimiz reflekslerle meydana getiriyorlar. Bir bebeğin yetiştirilme sürecinde biz ona bunu modelleme ile öğretiyoruz. Eğer bu koşullu refleksler ve koşullu şartlandırmalarda çocukluk hayatında, ergenlikte veya bugünkü hayatımızda olumsuz bir şeylere şartlanmışsak o bize korku ve hastalık olarak dönmektedir. Nedir? Mesela; ilkokul birinci, ikinci, üçüncü, beşinci sınıfta veya ortaokulda hanım kızımız veya delikanlı tahtaya kalkıyor, hoca tarafından bir soru soruluyor. Soru basit bir soru ama kızımız veya oğlumuz bu soruyu bilmiyor, çok utanıyor, utanmasıyla kalmıyor öğretmeni ona arkadaşlarının arasında aşağılıyor. Hatta bu hanım kızımızın veya delikanlımızın sınıf içerisinde beğenisini kazanmaya çalıştığı karşı cinsten hayali, fantezi aşkı da var. Onun karşısında rezil oluyor ve arkadaşlarıyla hep beraber kahkahayla ona gülüyorlar. İşte o gün felaket. Demek ki birilerinin önüne geçtiğinde veya sınav ortamına girdiğinde hep felaket gelecek, herkes benimle alay edecek. İşte bu davranışsal öğrenme ve modelleme yöntemi ile bir sosyal fobinin, bir yüz kızarmasının, bir sıkıntının kaynağıdır.
Tabiii bu anlattığım hikâye birçok kez benim karşıma gelmiş ve bu arkadaşlarımız çok çalışkan, üretken, zeki, başarılı olmalarına rağmen müthiş hayatı bir cenderede geçen, bunaltı ve sıkıntı içinde geçen arkadaşlar olmuştur. Olaya baktığımızda ne kadar basit ama her seferinde böyle, bir topluluk karşısına çıktığında veya bir sınavla karşı karşıya kaldığında öğrenilmiş olan o model aynı şekilde tekrarlıyor. İşte araştırmacıların bir grubu demiş ki; insanların bütün bu sıkıntılılarının ve problemlerinin kaynağında hatalı modelleri öğrenmesi ve şartlanma söz konusudur. Çocuğun ayağını veya hepimizin ayağını köpek ısırdığında, korunmasız bir dönmede bütün köpeklerden korkma ve tedirgin olmamız doğal bir olaydır. İşte bu abartılı bir şekilde acaba… Köpek çıkacak mı? çıkmayacak mı? şeklinde hayatımızı kısıtlama noktasına geliyorsa fobi haline dönüşmüştür. Altına baktığımızda şartlanma söz konusudur. İşte davranışçı terapistler dediğimiz araştırmacılar diyor ki; biz bu insanları tedavi edeceğiz. Bunların bize getirmiş oldukların problemlerin kaynağında davranışçı öğrenme modelleri ve teknikleri vardır. Bir insan hatalı bir şeyi öğrenebiliyor ve ona şartlanabiliyorsa aynı insanı hatasız olan, pozitif olan bazı şeylere şartlandırmak da mümkündür. İşte bu davranışçı tedavi teknikleri ve stratejileri dediğimiz yüzleştirme, duyarsızlaştırma, aşamalı olarak maruz bırakma gibi bir takım tedavi teknik ve stratejilerinin bu hastalarımızın problemlerini geçirdiğini görüyoruz. İşte bir köpek veya yılan korkusu olan ve hayatı bu nedenle sıkıntıya giren bir arkadaşa köpeğin resimlerine baktırarak başlayan desentizizasyon duyarsızlaştırma çalışmaları ile bağlı bir köpek, yan odaki bir köpek, bağlı olmayan küçük bir köpek, fino köpek, benim kucağımdaki köpek diye hiyerarşik bir şekilde o korkulu sistemi değiştirdiğimizde bir müddet sonra o köpeği seven, kucağına alan, o korkuları bertaraf edebilen bir kimliği kazandırmak söz konusu olabilmektedir.
Keza aynı şekilde; cinsel hayatlarında korkuyla, bir takım mitlerle öğretilmiş, zihninde farklı tasarımları olan hanımların veya beylerin tedavisinde de hiyerarşik bir şekilde, eşleriyle ilişkilerinde o korkuları giderici aşamalı bir tedavi seçeneği uyguluyoruz. Bu tip hastalarımıza davranışçı tedavi teknik ve stratejilerini uyguladığımızda bunların rahatsızlıklarının hiçbir ilaca gerek kalmadan geçtiğini görmekteyiz. Aksi takdirde bir ömür boyu ilaç vererek o korkulu ortamlardaki sıkıntıları, bunaltıları ortadan kaldırmak durumunda kalacağız. Bu hastalarımız teşekkür ediyorlar, kendilerini çok iyi hissediyorlar ve hayatlarına devam ediyorlar. Fakat bir kısım hastalarımızı da benzer şikâyetlerle geldikleri halde aynı teknikleri uygulamamıza rağmen tedavi edemiyoruz. O zaman ikinci sistem ortaya çıkmaktadır. Araştırmacılar efendim diyor lütfen insanları hayvanlarla karıştırmayalım. Pavlov, köpekler üzerinde çalışma yapmış, bütün köpekleri toplamış ve aralarına yemeği koymuş, her yemek yediğinde zil sesi ile koşullu şartlandırma yapmış, yemek yemediği halde zile bastığında köpeklerin salyaların aktığını görmüş yani sanki yemek yendi zannetmişler. Ama bunu insanlara uygulayamazsınız. İnsanları bir lokantaya toplayıp her yemek yerken onlara bir zil sesi verin, bir müddet sonra yemek gelmeden zil sesi verdiğinizde insanların bir kısmının salyaları akabilir. Bir kısmı bizimle dalga mı geçiyorsunuz biz burada köpek miyiz diye tepki koyabilir. Bir kısmı böyle bir deneye kahkahalarla gülebilir. Bir kısmı öfkelenip masaları tekmeleyebilir. Köpekler aynı tepkiyi verdiği halde insanlar niçin aynı tepkiyi vermiyorlar? İşte burada kognitif terapistler dediğimiz bilişsel terapistler çıkıyor. Efendim, insanın hayvandan farkı; insan olaylar hakkında düşünür, yargılar ve zihninde bir sonuca ulaşır. Siz zihnindeki o düşünsel süreçlere giremediğiniz, olaylar hakkındaki yorumlarını dinlemediğiniz müddetçe o insanı davranış teknikleriyle tedavi etmeniz mümkün değildir, derler. Bakarız, cidden doğru söylüyorlar. Bu tedavi olmayan arkadaşlara baktığımızda bunların zihninde olaylarla ilintili olarak hatalı düşünce kalıplarının olduğunu görüyoruz. İşte bir arkadaşımız, bir grubun önünde konuşmak durumunda kaldığında herkesin kendisiyle alay edeceğine dair bir kaygısı, gerçek olmayan bir kaygısı vardır. Onun arkasında alay edebilirler, senin dediğin gibi ama alay edilme kendisinin değersiz ve önemsiz olduğuna dair bir kanı teşkil edip, kendisini kötü hissedeceğine dair bir düşünsel süreç vardır. Bu kendi yargısıyla bu şekilde bir negatif sonuca ulaşıyor. Başka bir arkadaşımız ise ben konuşurum arkadaşım, her yerde derdimi anlatırım, yalan yanlış anlatırım, hatalı söyleyebilirim ama kim ne düşünürse düşünsün benim umurumda değil diye bir düşünce kalıbına sahiptir. İki tane yan yana oturan insandan bir tanesi bu konuşmayı sürdüremezken, diğeri rahatlıkla sürdürebilmektedir.. İşte bu tip düşüncel süreçlerdeki hatalı sistemleri olan arkadaşlar ancak bilişsel terapilerle tedavi olabilmektedir.
Bu manada baktığımızda, insanın nasıl düşündüğü ile ilgili yapılan araştırmalarda insanın şemalar ve şablonlarla düşündüğü ortaya çıkmıştır. Kişinin kendilik yapısına ve dünyaya bakış tarzına göre otomatik çalışan şemalar, şablonlar vardır. Kişi bunların farkında değildir. İşte biz, bu şemaları fark ettirerek, onların yerine düzgün şemaları koymaya çalışıyoruz. Burada da bilişsel terapi teknikleri ile her insanın problemini didikleyerek onun arkasındaki şematik kalıpları yakalamaya çalışıyoruz. Bu şematik kalıpları yakalayıp, hastanın kendisine fark ettirdikten sonra hatalı şemalar yerine doğru şemaların inşası ile ilgili bir tedavi süreci işler. Hastalarımızın bazılarını bilişsel tedavi sürecine aldığımızda bilişsel terapi tekniklerini bunlara uyguladığımızda hastalarımızın iyileştiğini görüyoruz ve bizden çok mutlu bir şekilde ayrılıyorlar. Kafamda yıllarıdır çektiğim acı ve ızdırap sayenizde bitti doktor bey, teşekkür ederim, deyip gidiyorlar. Ama hala bir grup hasta bu tedavi tekniklerini uygulamamıza rağmen iyileşmiyor. Yok diyor hiçbir değişiklik olmadı. Aman tanrım ne yapacağız? O zaman dünyadaki araştırmacılardan üçüncü grup karşımıza çıkıyor ve bunlar dinamik terapistlerdir. Dinamik terapistler, insanın ruhsal gelişimini bebeklikten bugüne evrimleşe evrimleşe, basamak basamak, değişe değişe geldiğini ve bu tür davranışlarımızın ve duygularımızın temelinde de geçmiş dönemin özeti, ilk beş yaş ve ergenlik dönemindeki yaşantıların çok etkin olduğunu tespit etmişlerdir. Oradaki duygusal travmaların, duygusal yaralanmaların, anne çocuk arasındaki ilişki modellerinde baba- çocuk- anne arasındaki ilişki modellerinde hatalı örgütlenme ortaya çıkmışsa bunun bilişsel ve davranışsal tedavi teknikleri ile tedavi edilemeyeceğini, ancak bu süreçlerin hangi evresinde bir tıkanıklık, hatalı öğrenme modeli ortaya çıkmışsa o evreye gidilerek çözülebileceğini iddia etmektedirler. Bu ne demektir? Buna basit bir örnek vereyim: Anne ile çocuk arasındaki ilişkide bağlanma ve ayrışma süreci dediğimiz bir süreç yaşanır. Bağlanma, çocuğun ilk altı – sekiz ayında seven ve kuşatan bir anneye çocuğun rahatlıkla bağlanabilmesi, annenin de onu ruhsal olarak içine sığdıracak şekilde benimseyebilmesi duygusudur. Bu benimseme duygusu şöyle bir süreç yaşatır; daha sonraki hayatımızda herhangi birisiyle karşılaştığımızda, herhangi bir ortama girdiğimizde hiçbir ön düşünce olmadan, rahatlıkla iletişim kurup birisine bağlanabilir yani birisiyle iletişimi direkt olarak uygulayabiliriz. Bunun kaynağı da anne ile çocuk arasında o bağlanma sürecindeki sağlıklı bir zeminden gelmektedir.
Altıncı- yedinci aydan sonra özellikle iki buçuk yaşına kadar devam eden süreçte aşamalı bir şekilde anneden ayrışma dönemi vardır. Anneden uzaklaşıp geri gelme işte bu ayrışma süreçlerinde her birimizin genetik materyalimize uygun şekilde, o döneme girdiğimizde aktifleşen sistemi anne veya anne yerine olan bakıcı destekler, bizim daha uzağa gitmemizi birey ve özerk bir yapı haline gelmemizi onaylarsa, çocuk ve bebek tedirgin olmadan rahatlıkla ayrılıp, yalnız başına hayatı sürdürecek potansiyel elde edebilirler. Bugünkü izdüşümleri ne oluyor otuzlu, kırklı, ellili yaşlarımıza geldiğimizde doktor bey eşimden ayrılırken, işe giderken bir sıkıntı çöküyor içime. Şehrimden ayrılacağım, bir türlü ayrılamıyorum. Sanki bir şeyleri burada bırakıyormuşum gibi hissediyorum. Biraz uzaklaşıyorum bazen inanın ki arabayla dönüp geri geldiğim oluyor. Derken ta anne ile çocuk arasındaki ayrışma sürecindeki tedirginlik hissinin bugünkü yansımalarını görüyoruz.
İşte bu şekilde sağlıklı ayrılma ve sağlıklı birleşmenin yanında ikircikli ayrışma ve birleşme, şüpheli birleşme ve şüpheli ayrışma. Bunun çok çeşitli varyasyonlarını görmek mümkün. Ne demektir? Anne şizofren, anne depresyon veya karı- koca o kadar kavgalı ki birbirleriyle bir çocuk yapmışlar, nereden çıktı bu çocuk, Allahın belası şeklinde bir duyguya haiz bu çocuğun anneye sağlıklı bir şekilde bağlanması mümkün olmuyor. Bu çocuk hep annedeki negatif hisleri, reddedilme hislerini hissettiği için daha sonraki hayatında da insanlar tarafından hep reddedileceği kaygısıyla insanlara yaklaşır. Bu mimik jest ve duygularla yaklaştığı için insanlardan sıcak elektrik alamazlar, hep o arkadaşımızı dışlarlar ve kendini gerçekleştiren kehanet gibi hep dışladığını veya sevilmediğine inanan bir sistem hâkim olur. Bundan dolayı, insan ilişkileri bozulur, sosyal yapıda adaptasyon zorlukları yaşar ve bu nedenle bize gelir, sanki sosyal fobik gibidir. Ama incelediğimizde bunun arkasında anne ve çocuk arasında bu döneme özgü problemin bugünkü yansımaları olduğunu görürüz.
Bunu davranışçı terapilerle, bilişsel terapilerle aşamazsınız. Bunu uzun ve sürekli hekim hasta ilişkisinde, hastanın yavaş yavaş hekiminin benimsemesi, hekiminde onu içtenlikle kabul etmesi, onun ihtiyaçlarına eş duyum göstermesi, onu sarmalayabilmesi. Nedir? onun üzüntüsünü hissedebilmesi, sevincini hissedebilmesi ve onu yargılamadan birey olarak benimsemesi sürecinde o insanın anneyle yaşayamadığı duygu hekim vasıtasıyla yaşanıyor ve o bireyin master kalıbı değişiyor. Bu bazen bir yıl, bazen iki yıl, bazen beş yıl sürüyor. Bu tabii çok detaylı bir süreçtir. Sistem atomize oldu, sanki moleküllere inildiği bir tedavi. Burada çocukluk döneminde yarım kalmış sistemin aktifleşmesiyle ilintili bir yapıyı görüyoruz. Burada terapi teknikleri tamamen farklıdır. Aktarım dediğimiz, duyguların hekime aktarılması, hekimin de ona karşı aktarım hissetmesidir.
Nedir aktarım? Hasta bir müddet sonra hekimi doktor olarak görmenin ötesinde bir anne gibi hisseder, bir baba gibi hisseder, bir ağabey gibi hisseder, bir kardeş gibi hisseder. Bu hissediş cinsellikle ilgili bir hissediş değildir. Siz erkek olabilirsiniz ama hasta sizi anne gibi şefkatle kucaklayan bir yapı gibi hisseder, rüyalarında sizi o şekilde tanımlar ve görür veya baba gibi hisseder. Veya tam tersi geçmiş dönemde öfkeli bir anne, geçmiş dönemde öfkeli bir baba. Ona hep kızan aşağılayan ve dışlayan bir sistem bağlamında görür ve bu dönemde negatif aktarımdan bahsedilir. Orada da insanlara hep bu duygularını yükler, yeni insanlara negatif özellikler yükler ve insanlarda ona negatif davranırlar. İşte hekim burada yine o negatif aktarım yani kendisini kötü bir hekim, yalancı bir hekim, açgözlü bir hekim, duygularını anlamayan bir hekim suçlamaları karşısında sakin kalarak, bunun kendi hayatının yansımaları olduğunu anlatan bir sistem içerisinde içgörü kazandırmaya doğru çalışır. İşte bunun özüne de dinamik psikoterapi diyoruz.
Dinamik psikoterapi birçok ekollerden oluşmaktadır. Kendilik psikolojisi, nesne ilişkileri psikolojisi, klasik psikanaliz gibi birçok yöntemler içermekte, çok geniş bir spektrumal yapısı var. Hastanın problemine hangisi uygunsa o bağlamda psikoterapik süreci işletiyoruz.
Bunun dışında varoluşçu bir psikoterapi tekniği var. Bu daha çok bireyin daha derinlerde yatan, hayatın anlamı nedir, anlam arayışına ve anlam boşluğuna düştüğünde bir bunaltı ve kriz hissetmesi, ölüm karşısındaki çaresizliğini araştırması, geleceğin belirsizliği ile ilgili ürküntüyü çözümleme gayretleri, hayatta yalnızlık duygusunu derinden hissedip, bu yalnızlığa tahammül edememesi ve bulunduğu konumdaki sorumluluğunun kendisine ait değil de başkalarına ait olduğuna dair suçlamalarla kendisini rahatlatmaya çalışması ama bir türlü rahatlayamaması şeklindeki bu yapılarla ilgili ana eksenlerde bir takım problemler var. Bu problemler nedeniyle çeşitli semptomlar ve belirtilerle gelen ve şikâyetlerini dile getiren bu tip hastalarımıza da varoluşçu psikoterapi teknikleri uygulamaya çalışıyoruz.
Şimdi tabii elimizde böyle çalışmaları yapılmış, bilimsel araştırmaları yapılmış belli hastalık gruplarında, belli tekniklerle belirli sonuçlar elde ettiğimiz çalışmalara psikoterapi diyoruz.
Peki, bu psikoterapi bizim eski kültürümüze baktığımızda Osmanlı ve Selçuklu döneminde insanlar yine aynı problemler, aynı kişilik yapıları, aynı sıkıntılarla muzdariptiler ve bunlara çözüm yolu arıyorlardı. Bu çözümleri nerede buluyorlardı, nasıl buluyorlardı veya bu konuyu inceleyen bilim dalı neydi? Bunu incelediğimizde, “hulk” arapça terimi “huy,mizaç” dediğimiz köken var. Kişilerin huy ve mizaçları davranış şekilleri hulk kelimesi ile izah ediliyordu. Bilimsel olarak bu yapıyı inceleyen veyahutda bununla ilgili kısmına bakan alanda ahlak kelimesiyle değerlendiriyordu.
Ahlak, kelimesine baktığımızda bugünkü anlamından farklı bir anlam içerdiğini görüyoruz. Ahlak kelimesi psikolojinin karşılığı olarak kullanılmıştır. Ahlak kelimesinin özünde ahlakla ilgili yazılmış olan eserlere baktığımızda, bunların en temel eseri Nasreddin Tusi’nin Ahlak-ı Nasıri diye isimlendirilen bir eseridir. Osmanlıdan daha önceki dönemlerde yazılmış ahlak kitapları hep Nasreddin Tusi’nin kitabına atıf yapar. Nasrettin Tusi’nin kitabına baktığımızda Latin kültüründen, Aristo ve döneminin kültüründen ve uzak doğu kültüründen mezcedilip, İslam kültürüyle birleştirip bir form kazandığını görüyoruz.
Orada ahlak kitaplarında insan şöyle tanımlanıyor: Ahlak-ı Nasıri kitabında insan iki temel şeyden oluşmaktadır. Bunun birincisi şehvettir, ikincisi gazaptır. Şehvet duygusu, insanın doğumundan itibaren ölüne kadar yaşadığı her türlü yaşam enerjisini içeren her türlü faaliyetimizin temelidir. Bu yaşam enerjisi düşünmeniz, ibadet etmeniz, cinsel ilişkiniz, zevkleriniz, hobileriniz her şeyi içerir. Yani sizin ana yakıtınız. Bu yakıtın yanı başında hemen gazap dediğimiz ikinci bir yakıt kaynağından bahsediliyor. Bu da insanın öfke duyması, hayatını engelleyen veya varlığını ortadan kaldırabilecek sistemlere karşı tepki gösterme kudreti, içten gelen dürtüsel yapısıdır. Tabii Latin kültürüne baktığımızda bunun eros ve tanatos olarak isimlendirildiğini görüyoruz. Eros yaşam tanrısı, tanatos ölüm tanrısı, iki temel tanrı ve iki temel hayat felsefesidir. Uzak doğuya baktığımızda ying ve yang olarak isimlendirildiğini görüyoruz. Bizde psikiyatrik olarak değerlendirdiğimizde yaşam ve ölüm dürtüleri diye iki temel dürtüyü anlamlandırıyoruz. Bu, evrensel olarak dünyanın temel kültürlerinde, insanın özünün iki ana kaynaktan oluştuğunu ifade ediyor. Bizim ahlak kitaplarımız buna bir faktör daha ilave ediyor. Diğer yapılardan, Uzakdoğu kültürlerinden hariç olarak insan diyor, insan olabilmesi için onun temel vasıflarından bir tanesi de bilgi faktörüdür. Bilgi insanı insan yapan temel faktördür. Konuşan hayvandır… Beslerseniz siz bu şehvet dürtülerinizi aklın yoluyla kontrol altına alınırsanız bu iffete dönüşür diyor. Yani bireyde şehvet faktörü, insan ruhunda bulunan doğruya ve güzele yönelme anlamında, içsel zenginliğinin mihenk taşına veya ayarına başvurulursa, kontrol altına alınırsa bu insana iffetli bir insan denir. Tabii biz bu şehveti basit cinselliğe indirgemişiz, iffeti de kadının namusuna indirgemişiz ama bizim kültürümüzde iffet tamamen yaşam arzusunun ve isteğinin sizin aklınıza uygun şekilde, sizin denetiminizde kurtarılma yolu olarak izah edilmektedir. Gazap duygusu ise insanın içinde saldırganlık ve karşı tarafı yok etme duygusudur. Eğer bu saldırganlık dürtüsünü kendi haline bırakırsanız bu saldırganlıktan hayvani bir zevk alırsınız, aklımızın emrine verirde kontrol altına alırsak biz bunu şecaate dönüştürürüz. Şecaat ölünmesi gereken yerde ölebilecek kadar cesur olma, aptal hareket etmemedir. Yani nedir? insanın etik olarak, ahlaki olarak kendi canını verebileceği değer yargıları olmalı ancak kahramanlığı ve kabadayılığı o anda gösterebilmelidir. Yoksa bireysel tatmin ve öfke dürtülerini deşarj etme anlamındaki bir deşarj, bireyin bu konu da hastalıklı olduğunun işaretidir.
Bir dakika sohbetimiz bitsin soru cevap kısmını açacağım.
Üçüncü faktör olarak bilgi faktörü, insanı hayvandan ayıran temel faktör bilgi olması nedeniyle insanı zenginleştiren bir şeydir. Ve bilgi sayesinde insan kâinatı veya eşyaya tasarruf gücünü elde etmektedir. Yani dünyayı istediği gibi kontrol edebilme becerisini bu bilgi sayesinde sağlayabilmektedir. İşte bu güç müthiş bir güçtür. Kişi bu gücü alırda buradan tanrılık iddiasına çıkarsa yani ben her şeyi yaparım, yakarım, yıkarım, bütün tabiiat kuvvetlerine hâkimim şeklindeki bir vehme kapılırsa bu insanda hastalıklıdır. Kendini tanrı zannetmektedir. Ama bu bilgiyi bir hikmete dönüştürürse, bilgi bu bahsettiğimiz aklın yoluyla kendi acizliğini, sıradanlığını ve evrenin büyüklüğünü değerlendirip, bu manada bakarsa insan bilgiyi hikmet haline dönüştürmüştür. Nasreddin Tusi ahlak kitabında, öyle bir birey tasavvur edelim ki diyor, sağlıklı ve normal birey için şehvet duygusunu iffete, saldırganlık gazap duygusunu şecaate, bilgisini de hikmete dönüştürmüş bir insan kendine adil olan bir insandır diyor. Adalet duygusunun temeli budur diyor. Adaletli bir insanı tanımlayacak olursanız, adalet nedir diyecek olursanız şehvetini iffete, gazabını şecaate, bilgisin hikmete dönüştürmüş bir birey, adil bir bireydir, adaletli bir bireydir. Kime karşı kendisine karşı. Adaleti tanımlarken, adaletli insan derken diğerlerine, adaletliden ziyade kendi içsel dürtülerini kontrol yeteneğine haiz bireyden bahsedilmektedir. Kitapta, işte bu dengeyi, bu sacayağı olarak isimlendirilen dengeyi kuramayan bireylere zulmeden bireyler, zalim bireyler denmektedir. Kime karşı zalim, kendine karşı zalim.
Evet, şimdi tabii burada bu datalar batı kültürüyle, Uzakdoğu kültürünün getirilip, İslami bir formda sunulmasını da içeriyor. Burada batı kültüründe veya Latin kültüründe veya Uzakdoğu kültüründe de insanın özünde doğruya erişme güç ve kudreti dediğimiz bir kudretin bulunduğuna inanılıyor. Kişi kendi aklını, içsel dizaynını düşünür ve içindeki sesi dinlerse, o insan kendi içindeki dinginliği, doğruyu ve hakikati yakalar şeklinde ifade ediyor. Nasrettin Tusi’de kitabında bu mana da içsel aklınızın sesini düşünün. Her insanda bu akıl tanrı tarafından verilmiştir. Size hakikati ve güzeli gösterir. Yani tanrısal bir şeyi tebliğe veyahutda peygamberi bir şeyi tebliğe ulaşmamış olabilirsiniz ama her birey içindeki bu içsel akıla yönelirse, dinginliğe ve huzura ulaştıracak bir sistemi yapar. İşte burada bu üçlü sistemden yola çıkarak, bireyin kendisine karşı adil olması istenir ve onun alt yapısındaki bozuklukların nerede ve nasıl çıkabileceği ile ilgili çok detaylı bilgilendirmeler var. Daha sonra onu terapi kısmında geçeceğim.
Bireyin yalnız başına adil olması sistemin düzenli olmasına yetmiyor. O birey bir aile içerisindedir. Aile içerisinde de adalet duygularının olması ve adalet duygularının aile bireylerinin içerisinde de eşit bir şekilde dağıtılması ve bu bireylerden oluşmuş bir aile olması gerektiğine inanılıyor. Onun için kitapta böyle bir ailenin nasıl olacağıyla ilgili tavsiye ve telkinleri var. Yani böyle dengeli, huzurlu ve dingin bir aile çekirdeğinin nasıl olacağından ve bu sistemi oluşturma görevinin aile reisinin üzerinde olacağı, ailenin bir reisinin bulunması gerektiği, bu aile reisinin bundan dolayı sorumluluğu olduğundan, buradaki reislikten kasıt benim anladığım kadarıyla iktidar gücünü eline geçiren insan değil, ateşten bir gömleği giyerek bu sorumluluğu vermek konusunda çok çalışan ve gayret eden, adil olan idareci konumundaki bir sorumluluktan bahsediliyor. Bu da yetmedi diyor, bireyin sağlıklı olabilmesi için toplumun sağlıklı olması lazım. Toplumdaki ailelerin sağlıklı olması lazım. O toplumsal sağlığı da yerine getirecek olan kişi de padişahtır veya devlettir diyor. Bu mana da devlete göndermeler yapıyor. Ne tür koruyucu sağlık tedbirleri veya ruh sağlığı tedbirleri alacaksınız ki sağlıklı ailelerin içinde sağlıklı bireyler olsun.
Şimdi bu sisteme baktığımızda bireyi kendi içinde dingin, özerk, adil bir sisteme doğru götürüyor. Ardından bir aile içerisindeki birlikteliği anlatıyor ve bir toplumun bundan oluşması gerektiğini düşünüyor. Toplumun sahibi olan devlet veya devlet görevlilerine yapması gereken görev ve sorumluluklar veriyor. Aile reisine ve bireyin kendisine de bu mana da sorumluluklar veriyor. Bu bağlamda da alıyor dini bir öğeye bağlıyor. Eğer bunları yaparsanız, adaletli bir insan olursanız cennetle müjdeleneceksiniz. Yok kendinize zulmederseniz bunun hesabını verecesiniz, cezalandırılacaksınız. Tabii baktığımızda bu bizim davranışçı terapi tekniklerinde uyguladığımız ödüllendirme ve cezalandırma tekniğinin karşılığı gibi. Bir güzel davranışı çocukta ve bireyde geliştirebilmek için o davranışın akabinde, o davranışı başardığında kendisini ödüllendirmesini isteriz. Mesela; işte sosyal fobik bir arkadaşın böyle bir toplantıya gelmesi olağanüstü zor. Günün birinde böyle bir toplantıya geliyor ve arka sıralardan birine oturuyor ve doktora gelip diyor ki “gittim doktor bey, bugün gittim” diyor. “Yıllardır gidemediğim toplantıya gittim, çok korktum, çok sıkıldım, bana bakacaklar diye öldüm, bittim ama gittim” diyor. Ben diyorum ki, kendine bir armağan al. Bir takım elbise mi alırsın, bir lokantada bir yemek mi yedirirsin kendi kendine hediye ver. Bu ödüllendirme kısmı. Kapısına kadar gittim giremedim doktor bey üçüncü kez. Ya artık cezalandır kendini bir hafta sana sinemaya gitmek yasak derim. Bu eylemi yapana kadar ödül ceza tekniği bağlamında.
O sistemlere, oradaki yapılara baktığımızda orada kişilik profilleri var. Bu ahlak kitabında, biz tabii kişilik profillerini kişilik yapılandırmaları olarak ortaya koyduk ve on iki çeşit kişilikten bahsediyoruz ve bu kişilik yapılarının patolojik olduğunu yani hastalıklı olduğunu ve buna bağlı olarakda insanların bunaltı ve sıkıntı yaşadıklarını psikoterapi süreçleri içerisinde de bunların bir kısmının bilişsel, bir kısmının davranışçı, bir kısmının dinamik faktörlerle değişebileceğinden biraz önce bahsetmiştim. Şimdi daha eski kültürler de ne yapmışlar, eski kültürler de içe dönük, dışa dönük diye introvert, ekstrovert şeklinde tanımlanan ve alt kategorilerde kişilik yapıları var.
Biz bugünkü tanımladığımız psikolojik ve modern tanımlama da ne diyoruz. Bir paranoid kişilik bozukluğu, iki şizoid kişilik bozukluğu, üç şizotipal kişilik bozukluğu. A kümesi bunların düşünceleri biraz karışmıştır. Neydi? Düşüncesi, davranışı, duyguları vardı, üç ana komponent. A grubu kişilik bozukluğundaki arkadaşların düşünce sistemleri biraz karışıktır, uçuyorlardır. B kümesi anti sosyal kişilik, narsisisttik kişilik nevrotik kişilik, borderline kişilik. Dört ayrı yapı, buna da B kümesi diyoruz. Bu gruptaki arkadaşlarımız davranışlarını, dürtülerini kontrol etmekte zorlanıyorlar. C kümesi kişilik örüntülerinde bağımlı kişilik, çekimser kişilik, obsesif- kompulsif kişilik. Burada da hem düşünce bozukluğu, hem duygulanım bozukluğu, hem de davranış bozukluğu vardır. Bunların haricinde de iki tane pasif-agresif, self defeating kişilik örüntüsü vardır, bunlar literatürden çıkarılmıştır. Bu Amerikan sınıflandırması. Bu klinik yapı, pasif- agresif kişilik yapısı bizim toplumumuzda çok yaygın ve totaliter rejimlerde de yoğun halde vardır. Nedir? yukarıdakinin söylediklerine hep boyun eğ, tamam ağabey de ama asla yapma, erteleyebildiğin kadar ertele. Gelip yakana yapıştıklarında “vay be ne kadar kötü adamım, ben yapmadım, görüyor musun abi ya, bana ne ceza versen hak” diyerek pişkin pişkin kendini cezalandırıyor, hiç karşı gelmiyor, gerekçede sunmuyor, kötüyüm ben kötüyüm cidden kötüyüm çıldırırsınız. Ben buna Gandi yöntemi diyorum, pasif-agresif yapı diyoruz. Self defeating ise kendi kimliğini bireysel kimliğini yaşamak yerine kendi uzantısı olarak gördüklerine inanılmaz fedakârdırlar. Türk aileleri. Kendi hayatları yoktur, saçları süpürgedir, evlatları yeter ki okusun, büyüsün, evlensin, askere gitsin. Senin hayatın yok, öyle bir hayata gerek yok. Veyahut da bir takım ideolojik yapılandırmaların, dini yapılandırmaların, tarikat yapılandırmalarının içinde bireysel kimlikten vazgeçerek, bütün varlığını o ideolojiye, o tarikata veya cemaate adayan self defeating kişilik bozukluğunun bir başka versiyonudur. Görünüşte çok iyi, çok hoş olabilir ama özerk kimlik anlamında bu patolojiktir, hastalıklıdır.
Tabii şimdi bu yapılar, biz ne yapıyoruz? Paranoid kişilik bozukluğu, şizoid kişilik bozukluğunu terapilere alıyoruz. Anti sosyal kişilik bozukluğu, burada iki örnek vereyim; anti sosyal kişilik bozukluğu topluma uyumsuz olan, asan kesen, vuran kıran, yasa dinlemeyen vicdan tanımayan bir yapı. Düşünebiliyor musunuz bir mahallede iki tane âli kıran, baş kesen olsa o mahallenin huzuru kalmıyor, gasp yapıyor, tecavüz ediyor, ceza evine giriyor çıkıyor. Siz artık evinizi terk etmek zorunda kalıyorsunuz, evinizi taşıyorsunuz. Şimdi bunlar eskiden de vardı, Selçukluda da vardı, Osmanlıda da vardı ne olmuş. Veya içten içe bağımlı, çekimser yapı veya şizoid yapı yalnız başına yaşıyor, toplumla iç içe giremiyor, derin hisleri vardır. Hayatın içine girecek ama birileriyle ilişki kuramıyor hep varlığı yalnız. Mesela, buna bakıyoruz İslam kültüründe tarikatlar oluşmuş fakat tarikatlar tek tip değil. Sanki böyle toplumun hastalıklı kişilik örgütlenmelerini topluma yeniden kazandırmak için eğitim süreci gibi çalışıyor. İşte çok öfkeli, öfkesini, gazabını kontrol altına alamayan, bizim ekstrovert dediğimiz dışa dönük, dürtü kontrolü olmayan, hafif belki anti sosyal, biraz borderline anlatabildim mi? Biraz narsisist bir yapı. Bir hikmet arayışı içerisinde bir şeyhin dergâhına gidiyor. O inanılmaz işte kavgacı gürültücü adam bir anlam kazanıyor. Şeyh ona özel bir itibar gösteriyor. Ona kendi hayatının varoluşçu olarak bir çizgi çiziyor. Ve orada o tarikatta bir eğitim sürecine giriyor. İlginçtir. Bu insanın girdiği tarikat gizli gizli zikir yapan bir tarikat olmuyor. Genellikle bağıran haykıran, zikirleri yüksek sesle yapan, orasına burasına şiş batıran, o öfkeyi, o yoğun enerjiyi deşarj edici, bir nevi havasını alıcı bir sistem. Bugün maçlarda yaptığımız bağırdığımız, küfrettiğimiz o potansiyel enerjiyi siz soğurursanız o zikirlerle o trans halleriyle onu bir kıvama sokarsanız. O önüne geleni yakıp yıkan enerji bir kıvamda, bir mecrada yavaş yavaş kontrol altına alınıyor. Kendisinin bu manada önemli bir birey olduğunu, değerli bir birey olduğunu, tanrının evladı olduğunu veya tanrının kulu olduğu şeklinde bir duygu hissedecek. Direkt tanrı ile muhatap olma konumuna geliyor. Diğer taraftan şizoid arkadaşımız veya bağımlı,çekimser yapı. Bu da bir tarikata giriyor, hangi tarikata giriyor, gizli gizli zikir yapan bir halka yapmışla kimse kimsenin söylediğini duymuyor ama halkada içten içe hissediyor yanında birileri var. Bunun gibi tarikatların çeşitliliğine baktığımızda kişilik örgütlenmelerine uygun tarikatlar oluşmuş.
Bunları, insanın psikolojik ihtiyaçları sonucunda ortaya çıkan malzemeler olarak değerlendirebilirsiniz. Bu tarikat yapısına bakıyorsunuz Hıristiyan kültüründe, Hint kültüründe de var. Yani psikoterapi dediğimiz şey, bir noktadan sonra baktığımızda dinin içinde de uygulanabiliyor, sosyal müesseselerin içinde de uygulanabiliyor, kültürel değer yargılarının içinde de uygulanabiliyor. Bir geleneksel aile modeli var. Geleneksel aile modeli bireyselleşme veya cemiyet tipi bir toplum haline dönüşmeye başladı. O geleneksel yapı yavaş yavaş yıkılıyor, onun yerine yeni bir model gelişiyor. O modelin içerisinde de kişinin yalızlık duygusunu, çaresizlik duygusunu veya bir takım sıkıntılarını ortadan kaldıracak öyle güzel tedbirler alınmış ki öyle güzel usuller ve yöntemler ortaya konmuş ki insanın değerli ve dingin olduğunu hissettirecek sistemler.
Burada mesela terapötik açıdan baktığımızda bebek doğduğu andan itibaren inceleyelim: Evde bir doğum ve loğusalık dönemi var. Gelin hanım özel bir öneme haiz oluyor. O kıymetlidir. Çünkü bütün olaylar onun etrafında döner. Nedir? birey olarak onanmış, tanınmış, değerli olduğunu hissetmiş, hiç olmazsa hayatının o döneminde bir varlık olduğunu, işe yaradığını hissederek takdir edilmiştir. Etrafında aile ona hizmet eder, kayınvalide, görümce, elti, kardeşler hizmet eder. Bu da doyasıya o hakkı kullanır. Bebek doğduğu andan itibaren kırkıncı günü vardır. Kırk günlük bir fasıl, kırkıncı günün bir merasimi vardır. Ardından çocuğun ilk diş çıkarma merasimi vardır. Ardından çocuğun ilk saç tıraşı merasimi vardır. Bunlar hep çocuğun gelişim evrelerinde o çocuğun önemsenme duygularını o çocuğun ruhunda yaşatmaktır. Onlar çocukta çok önemli etkiler yaratmaktadır. Daha sonra baktığımızda sünnet merasimi vardır. Sünnet merasimi, işte klasik psikanalitik teorisinde faillik döneminde çocuğun kastre edilmesi vardır. Pipisinin kesilme korkusu. Bizim toplumumuzda bu manada erkekler, Yahudi toplumunda tüm çocuklar sünnet ediliyor. Sünnet genellikle beş, altı, yedi yaşlarında yapılır. Bunların hepsinin sakat olması gerekir. Ama yapılan incelemeler göstermiştir ki, o toplumsal açıdan çocuğun pipisinin kesilmesi veya sünnet olması, çocuğu kastre etme, erkekliğini ve gücünü elinden almak değil, tam tersi sünnet olan çocuk erkek olur. Daha sünnet olmadın mı sen, şeklinde sünnet olmayanlar aşağılanır. Çocuk bir an önce sünnet olup, erkek olmanın güçlü olmanın, otoriteye sahip olmanın gururunu yaşıyor. Yani toplumsal yapı onu o şekilde dizayn etmiş ki sünnet olan değil, kastre olmayı kastre olmamayı gerektiren bir sürece çocuğa bir önem addediyorsunuz. O dönemde bir birey olduğunu, erkek olduğunu, güçlü olduğunu gösteriyorsunuz.
Ardında yine çocuğun gelişim evreleri; okula gitmeleri, okulda ilk günü, eski dönemlere baktığımızda elif bayı öğrenme, bir takım duaları ezberleme veya ilk oruç. Bizim kültürümüzde çocuğun ilk orucu tekne orucu yani öğleye kadar veya ona, on bire kadar dayanıp, onun kutsanması. Bunlar çocuğun dürtülerini kontrol etme konusundaki çok önemli tedbirlerdir. Nedir? Bizim istediğimiz ideal insan dürtülerini kontrol etsin. Bugünkü zaman diliminde Bu dürtüler için ne yapıyoruz? Borderline hastalarımıza cinsel dürtülerinizi kontrol edin diyoruz, senin kontrolünde olsun, istediğin zaman kullan ama sen onun kontrolündeysen burada hastalık vardır. Kleptoman çalma dürtüsü, gittiği her yerden bir şey alıp götürecek. Bunu kontrol altına alması lazım.Tabii bu dürtülerle ilgili savaş bebeklikten itibaren başlıyor. Biz kendi dürtülerimizi kontrol edebilir bir ego gücüne ulaşırsak o zaman bütün dürtüler ve öfke senin kontrolündedir. Sen yöneticisin, nasıl bir birey olmak istiyorsun hayatta? İstediğin değer yargılarına sahip olabilirsin, istediğin tercihlere sahip olabilirsin. Ama önce bu makineyi sağlam çalıştır.
Bu manada baktığımızda, bizim kültürümüzde zamanın kullanılması, açlık dürtüsünün kontrol edilmesi, uykunun kontrol edilmesi gibi temel ve zor olan dürtülerle ilgili ciddi bir eğitimsel sürecin verildiğini ve bunların hepsini psikoterapik süreç veya tenkil olarak değerlendirebilmek mümkündür. Nasreddin Tusi’nin kitabında cinsel dürtü kontrol bozukluğu olan, hırslı olan ve öfkesini kontrol edemeyen insanlara bu manada davranışçı bir takım tedavi teknikleri önermişler, direkt liste yapmışlardır. Bugün biz onu daha modernize ederek veriyoruz. Kognitif olarak olayın arkasındaki bilişsel yapıyı daha çok dini bir formasyonda izah ederek, şöyle şöyle güzellikleri yaparsan Allah sana cennetinde güzel şeyler verecek ama şöyle şöyle kötülükleri yaparsan onun karşında bedel ödeyeceksin gel yapma. Sistem buna uygun bir sistem, hepsi bir ahenk içinde çalıştığı için orada bilişsel yapıyı o manada bir doğruya kanalize etmek, kişiyi kontrol altına alma süreçleri yaşanmaktadır.
Buradan çıkarılacak sonuç nedir? Buradan çıkarılacak sonuç, insanın özünün her toplumda aynı olması ve her kültürde o kültüre özgü olarak insanı normatif normal hale getirici bir takım sistem ve değer yargılarının çalıştığını görüyoruz.
Azerbaycan’da çalıştığım yıllarda çok güzel adetlerini gördüm. Bizde pek yok. İşte bir vesile ile bir araya gelinip kutlamalar yapılıyor. Bu yaş günü kutlamaları, bir olayın tekrarı olabiliyor, işte 8 Mart Dünya Kadınlar Günü olabiliyor, nevruz bayramı olabiliyor. Çok ciddi kutlanıyor. Orada çalışırken hastane de bir arkadaşımızın doğum günü var ise çok ciddiye alınıyor ve mutlaka hastane personeli bir- iki saatliğine bir yerde oturuyor. Bir şeyler içiliyor, meyveler konuluyor ve o arkadaşın kişiliğine ait olarak çok övücü konuşmalar yapılıyor. İşte bir toplantı başkanı oluyor, o kadehleri o gün kimin doğun günü ise onun için kaldırıyor, o insanın o gün hep pozitif tarafları vurgulanıyor. Hâlbuki ofiste çalışan hemşire arkadaşımızı fırçalamışızdır, bağırmışızdır, hakaret etmişizdir ama o gün onun doğum gününde ona taltifkar, çok güzel cümleler sarf edilerek, tüm grup üyeleri orada yirmi kişi varsa herkes tek tek ayağa kalkıyor, onun şerefine kadeh kaldırıyor, ne kadar değerli, önemli bir insan olduğunu, iyi bir anne, iyi bir abla, iyi bir personel ve iyi bir çalışan o. İnanılmaz bir öz değer, kendine saygı, kendine olan önem derecesini arttıran bir faktör olarak görüyor.
İkinci olarak çalışkan ve üretken insanların her biri için sanat eseri hazırlanıyor. İşte yirminci yılını doldurmuş profesör bilmem kim veya idareci bilmem kim, sanatçı bilmem kim. Onun anısına küçük bir tiyatro sergileniyor. Onun hayatını anlatan bir video gösterimi veyahutda Powerpoint sunum yapılıyor. O gün arkadaşları ve dostları yüz- iki yüz kişilik bir kalabalık ona her on yılda, beş yılda bir taltif ediyor. Bu sisteme baktım, Rus sistemi. Ruslardan gelen bir şey, bizim Azeri Türklerine ait bir sistem değil. Bu kişiyi önemseyen, kişinin başarılarını ön plana alan ve kişileri takdir ederek onların öz değerlerini yükselten çok hoş bir sistem. Biz de bu kişileri biraz ön plana almak hatalı görülür. Bunun sebebi de geleneksel kültürümüzde, geleneksel aile modelinde bireylerin çok ileri gitmesi istenmez. Çünkü sistem kopuyor. Arap toplumunda geleneksel ailede bir liderin olması lazım. Diğerleri de iş bölümü içerisinde onanır, gizli onama, gizli takdir daha çok. Ama bireyci yapılarda bu yapının artık değişmesi, bireylerin ön plana alınması, bu aynı zamanda narsist bireylerin olmaması içinde dinginleyici sistemlerin, bahsettiğim adalet sistemlerinin kişinin içinde yerleşmesi gerektiğini düşünüyorum. Ne kadar vaktimiz var?
Konuşmacı: Hocam bir sorumuz olsa.
Tahir ÖZAKKAŞ: Buyurun peki.
Konuşmacı: Orada geçişlerde çok farklılıklar var mesela, son yüzyıl içerisinde gelişen insan profili ile daha önceki dönemlerdeki insan profilinde çok farklar var… Şehirleşme… Geleneksel kültürün zayıflaması… Sizin alanınızdan çok ciddi bir takım insanların geçmesini gerekiyor. Sizden tedavi alması gerekiyor, siz hocalarımızdan yalnız… İşte bir Osmanlı döneminde Yavuz Sultan Selim döneminde… İnsan olmanın zorluğu ile bugün çok farklı, bu insan ki amacından sapmış… Dünyaya saplantısından dolayı yani çıkar yol bulamayan insan, bununda yansımaları olarak işte psikolojik olarak psikologdan tedavi alması gerekir. Yalnız tedavi kendi maddi şartları içerisinde bir çözüm getirmiyor. Yani siz mesela ona bir çözüm sunuyorsunuz, sorunun temeli esasında tamamen kapitalist sistem içerisinde almış olduğu küçük küçük şeyleri deşmek, bu maddeleri çıkarmak imkânsız bir şey. Yani yüzyıl öncesini, iki yüzyıl öncesini çok farklı değerlendirmek, sanayi devriminden sonra yetişen insan profilinide çok farklı değerlendirmek lazım. Yani ikisi arasında kendi fikrimi söylüyorum, ciddi bir fark var. Az önce siz değerlendirme yapıp, geçmişten günümüze kadar getirdiniz. Belki çok doğru söylüyorsunuz. Önceden tarikatlar vasıtasıyla insanlar gelip, tarikattan belli bir eğitim alarak en azından topluma zararlı kişi olmaktan kurtuluyordu. Bugün ise böyle bir seçenek yok yani şu an da belki çok kısmıdır.
Tahir ÖZAKKAŞ: Burada bunların hepsi var, yok diyemeyiz. Mesela; Amerikan toplumunda aynı şekilde gönüllü dernekler, gönüllü kuruşlar var. Orada da çalışan emeğini koyan, fakirleri doyuran, sokaktakilere yardım eden farklı bağlamlarda var. O agresyonu farklı şekillerde ortaya koyan yapılar da var. Burada biz şuna bakıyoruz. Anti sosyal kişilik bozukluğu, cinsel bozukluk kapitalist, sosyal, sosyalist her toplumda var. Çağ ne kadar değişirse değişsin bu yapılar olacak. Bu yapıların içeriği önemli değil. Bizim için şu ideolojide olmuş, bu ideolojide olmuş, şu dinde olmuş, bu dinde olmuş pek önem arz etmiyor. Yapının, makinenin sağlam olup olmadığına bakıyoruz. Makine sağlam olduktan sonra siz diyorsunuz ki, keşke toplumda sağlam olsa veya ona bağlı bozuklular ortaya çıkıyor diyorsunuz. Bu noktaya kadar haklı olabilirsiniz. Ama geleneksel yapıdan, bireysel yapıya geçen tarihi bir trend var. Bu trend de bütün toplumlar otomatik olarak çağdaşlaşmak, modernleşmek, sanayileşmek zorunda, buraya gidiyorsunuz. Gitmezseniz Afrika ülkesi oluyorsunuz veya geri kalmış bir ülke oluyorsunuz. Gitmeyip, duranlarda var. Oraya gittiğiniz müddetçe bireyselleşmek, özerkleşmek zorundasınız. Özerkleşmek zorunda olduğunuz müddetçe de geleneksel kültürden getirdiğiniz tüm değer yargıları da sarsılacaktır. İşte o bireyselleşmenin getirmiş olduğu özerklik ve mutluluk, toplumsal sıcaklığın getirmiş olduğu duyguları kaybettirecektir. O kayıpla beraber o bireyselleşemeden yeni bir dalga başlayacak.
Tarihsel bağlamda geleneksel yapıya doğru dönüş dalgası. Bu insanoğlunun tarihsel bir sarkacıdır. Belki yüzyıllar boyu sürecek olan sarkaçtır. O bireyselleşme toplumun içinde yalnız olan bireylerin sıcak duyguları hissedebilmesi için, orada rötuşları yapıp orada sentezlenecektir. Tamamen geleneksel yapının içinde birey olmaktan uzak, birinin kontrolündeki veya değer yargılarının esiri olan. Diğer taraftan tamamen bağımsız, özerk, yanında hiç arkadaşı, dostu olmayan insan değil, ikisinin arasında, ortak bir çizgide tarihsel süreçtir. Bunu ne doktorlar yapabilir, ne insanlar, ne ideologlar yapabilir. Bu yaşanıyor ve yaşanacaktır da. Bizim öngörülerimiz olabiliyor veya isteklerimiz olabiliyor. Sizin istediğiniz bu yönde, işte kapitalist sistem insanları mahvediyor, problemlerini değiştiriyor vs. mitolojik bir bakış tarzı.
Konuşmacı: Şu anda bir tüketim toplumu var.
Tahir ÖZAKKAŞ: Tüketim toplumu olmazsa sistem çalışmaz.
Konuşmacı: Yirmi dokuz yaşındayım da düşünüyorum. Okulda üniversiteler de sürüklendik, bu noktaya geldik. Ürettiği ne var diye soruyorum kendi kendimize üç beş bir şey yapışsak. kendimi olaylara şu gözle bakamıyorlarsa kendimden bir örnek vereyim…( kayıt ileri bir dakikaya atlıyor )
Konuşmacı: Bildiğimiz kadarıyla batı toplumlarında, ortaçağda çok bağnaz düşünce olduğunu… Şeytan girmiştir diye yakıldığını biliyoruz. Oysa bizim toplumumuzda öteden beri daha sevecen bir yaklaşım var. Bildiğim kadarıyla bu konu da sizin yaptığınız araştırmalar sonucunda başka ayrıntılar var mı?
Tahir ÖZAKKAŞ: Peki, ben bu sorunun gerekçesinden başlayarak cevap vereyim. Bulunduğumuz noktadan başlayarak cevap vereceğim. Şimdi, Türkiye’den ve Osmanlıdan bakarsanız Avrupa’yı karşınıza alırsınız; Avrupa’dan bakarsanız Türkiye’yi karşınıza alırsınız; dışarıdan bakarsanız insanı tanımlarsınız. Yukarıdan bakarsanız ki olaylara yukarıdan bakalım. Hepimiz insanlık tarihinin mirasını taşıyoruz. Ortaçağ cidden Avrupa için çok zulümlerle, acılarla dolu bir çağ. İnsan kardeşlerimizin birçoğunun acı çektiği bir çağ. Aynı dönemde Osmanlı veya daha önceki dönemde, daha mutlu, daha insani değerlerin ön plana alındığı dönmeler yaşanmıştır. Burada sorunuzun arka planında hissettiğim yapı, biz insana çok değer veren bir sistemin evlatlarıyız, batılılar da daha çok insana değer vermeyen, bir takım ruh hastalarını içine cin girdi, şeytan girdi diye meydanlarda papazların marifetiyle yakan bir toplum. Bunların hepsi doğru, hepsi gerçek ama bunlardan insanlık adına üzülmek lazım. İnsanlık adına bir üstünlük, Milletimiz adına ve kültürümüz adına gurur duyuyoruz ama bir üstünlük çıkarmamak lazım. Biz sizi döveriz gibi bir mantık içerisinde yaklaşmamamız lazım… Bu manada bakıldığında, bizim özellikle Selçuklu döneminde başlayan yapılarsa Kayseri de genel lise ve tıp fakültesi açılmış, dünyanın ilk tıp fakültesidir. Bu tıp fakültesinde hastalar hem cerrahi, hem de diğer yöntemlerle tedavi edilirken, bir tarafta akıl hastanesidir. Şimdi müze olarak Kayseri’de açıktır. Bu akıl hastanesi olan bölümde iki temel sistem var. Bu kadar yıl önce bir kalorifer teşkilatı var. Nasıl bir kalorifer teşkilatı? Küçük küçük hücrelerden oluşan, bir koridorda hastaların kaldığı odalar var. Hastaların kaldığı odaların alt kısmında künkler, künkler vasıtasıyla hamamdan gelen sıcak su dolanıyor. Bir taraftan öyle bir sistem yapılmış ki, bütün odaların altından o sıcak su dolanıyor. Böyle bir sistem, künk sistemini bulmuşlar. İkinci olarak, koridorun sağındaki ve solundaki odaların üst katında bir hava koridoru oluşturulmuş, her oda da bir delik var, köşede iki tane, bu delik diğer odadan geçiyor. Musiki heyetinin oturduğu bir oda var. Musiki heyeti orada bir takım musikiler terennüm ediyor, orada bir takım sazlarla icra heyeti bir takım şeyler yapıyor ve onlar genellikle oradaki hastaların hastalıklarını tamir edici. Daha sonra okuduğumuz kitaplarda ve çalışmalarda akıl hastalarının su sesi dinletmek ve müzikle duygularının ve öfkelerini yatıştırmak anlamında musiki ile tedavi edildiği sene 1206. Şimdi aynı Avrupa, baktığın zaman cidden vahşet, çok kötü. Psikoz hastaları, işte bahsetmiş olduğum organik bozukluklara bağlı.
Konuşmacı: Engizisyon karyolası varmış. Engizisyon başlıklarının boyu ne kadar diyelim 1.70. Fransa’nın bir müzesinin altında sergileniyor. Ookuduğum zaman dehşete kapılmıştım. Cezaya çaptırılan yatırılıyor, cezası infaz edilecek olan yakılmıyor ama diyelim boyu uzun hemen kesiliyor, kısa ise uzatılıyor engizisyon karyolası.
Tahir Özakkaş: Tabii bizim kültürümüz adına sevindirici bir şey değil hemen dengelemek isterim. Bir temel eserden iran’daki İslam devletleriyle ilgili tarihsel kitaplar çıkmıştı oradan okuduğum bir kitapta babası olan şahı devirdikten sonra genç oğul babasına olan öfkesini öyle dile getiriyor ki Tahran’da. Tahran’ın girişine babasını bir kafese asıyor, kuş kafesi gibi bir kafes, altına büyük bir ateş yakarak diri diri yakıyor. Bizim kültürümüzde de bir taraftan böyle gerçekler var. Ayrıca iktidar mücadelelerine de girmeyelim. Bu konunun detayına kardeş katlinin vacip olduğundan başlayıpda gayri insanı yüzleşmemiz gereken gerçekler. Bunu da değerlendirmemiz lazım. Vahşet her yerde vahşet, kötülük her yerde kötülük tabii. Orada cehalet daha çok. Kilisenin bağnaz tutumu, papalık müessesesinin getirmiş olduğu dogmatik kurallar, cin kavramı vs. akıl hastalarını böyle bir muameleye reva görmüşlerdir. Ama ilk akıl hastanelerinin de kuruluşu yine Avrupa’dan başlamıştır. Yine akıl hastanelerindeki akıl hastalarının zincirleri çözülüp, onlar özel bir muamele tabii tutuluyordu. Bu dönemde de bizim akıl hastalarımızın durumu kötüdür.
Konuşmacı: Bir soru sorabilir miyim?
Tahir ÖZAKKAŞ: Buyurun.
Konuşmacı: Bugünlerde tam bu konuyla ilgili Louis Auster’in “Gelecek Uzun Sürer“ diye nefis bir özyaşam öyküsünü okuyorum.
Tahir ÖZAKKAŞ :Sorunuz var mı? Sorunuz varsa soru sorun lütfen!
Konuşmacı: Evet oradaki bir satır biliyorsunuz, Auster karısını 82 de boğarak öldürmüş bir filozof. Daha sonra da ceza evine alınıyor. Fransa, dediğimiz gibi batıda tedavi altına alınıyor. Bundan sonra öz yaşam öyküsünü yazıyor. Orada aynen şu tabir var; şu anda batının önerdiği bütün akıl hastaneleri, bütün temerküz kamplarına hapishane demiyorum, hapishane temerküz kamplarından daha vahşiyane yani yaşadıklarını anlatıyor. Hezeyan falan da değil. Bir de çevresindekilerin tanıklıkları var. Yani sadece Auster deseydi, biz ona diyebilirdik ki hezeyan.
Tahir ÖZAKKAŞ: Sorunuzu sorar mısınız?
Konuşmacı: Batının ben bu kadar iyi durumda olduğunu düşünmüyorum.
Tahir ÖZAKKAŞ: Bizi ilgilendirmiyor. Şu andaki konumuz batı değil, iyi veya kötü olması değil.
Konuşmacı: Örneği açar mısınız
Tahir ÖZAKKAŞ: Biz sadece insan olarak olaylara bakıyoruz ve değerlendirmeye çalışıyoruz. Sorunuzun konuyla pek ilgisi yok Buyurun.
Konuşmacı: Sayın hocam günümüzde… Bu konuda bir araştırmanız var mı?
Tahir ÖZAKKAŞ: Valla, detaylı bilgiler yok. Ama kısaca bahsedebilirim. Nörolinguistik program. NLP üç ayrı tekniğin birleşmesinden yola çıkarak, zihnin bilişsel çalışmasını ve duygusal bağlantılarıyla yola çıkıp, bir takım rahatsızlıkların çözümünü terapide de biz bir kısmını kullanıyoruz. Bunlar insanın hayatını değiştirici mucizevî yöntemler değiller. Bu bahsettiğim sistem içerisinde herbir davranışsal öğeler, bilişsel öğeler, dinamik öğeler, varoluşsal öğeler ve genetik materyal vardır. Yani biyolojik yapılar vardır. Dolayısıyla bir sistemi alırken entegrasyon şekline bakarız. Bazı rahatsızlıklar kısa süreli bir takım tekniklerle tedavi edilirken, bazıları için beş yıl, on yıl çok ciddi bir gayret sarf etmeniz gerekir. Bu da işte, bu tip rahatsızlığı olan arkadaşların mucizevî yöntemler diye, bu tip yöntemlere sarıldıklarında hayal kırıklığı ve hüsranla sonuçlanıyor. Daha da sıkıntIlı, ağır süreçlere girerler. Ama bazı işin ehlinde, işe yarayan hoş tekniklerdir. Bunlar hava iyi veya uydurulmuş şartlatanlık değildir. Ama benim Türkiye’de gördüğüm kadarıyla, bu işi ehil olmayan insanların, hekim olmayan insanların, yetkili olmayan insanların bu mana da mucizevî bir yöntem gibi deklere edip, bir takım insanların duygularını sömürdüğünü maalesef görüyorumve bunu da bunu yanlış buluyorum. EFT, yine aynı şekilde duygusal özgürlük, duygusal aydınlanma şeklinde bir teknik. Onun detaylarını pek fazla bilmiyorum. Fakat yine de belirli sorunlarda kullanılabileceğini düşünüyorum. Ama bütün olarak tüm sorunlara ki, iddiaları bu yönde. Nasıl işte? Fobilerin kaynağı, biraz önce bahsettim davranışsal kaynak olabilir, bilişsel kaynak olabilir, dinamik kaynak olabilir bunu ayrıştırabilecek yetinizin , bilginizin olması lazım. Zarar verir mi vermez mi diye düşünüyorum. Faydası olursa kullanın diyorum. Buyurun.
Konuşmacı: Genel çerçevede düşündüğümüzde olumlu ve olumsuz kavramsal anlamda eş değer olmalarına rağmen insanlık yüzyıldır bu konuyu…
Tahir ÖZAKKAŞ: Tabii insanın yapısıyla alakalı bir şey. Daha doğrusu herhalde evrimsel, evrimleşme tarihimizde bunu bulmak lazım. Ormanda yaşıyoruz, hayatta kalabilmek için hep negatif düşünmek zorundayız. Aslan nereden saldıracak, kaplan nereden saldıracak. Negatife odaklı bir beyin sistemi ki bu bizim amigdala, çekirdek yapı talamustaki birincil beynimizdir. Duygusal… Tehdide duyarlıdır, tehlikeye duyarlıdır. Bu tehlikeye karşı hep negatif bakmak durumundayız ki canlılığımızı koruyalım. Ama korteks dediğimiz, daha sonradan gelişmiş beynimiz ise negatife duyarlı olmaması lazım. O orta beyinin görevidir. Orada daha çok güvenir. Çünkü ormanda sağımızdan, solumuzdan bir şey saldırması söz konusu değil ama bazı bireyler amigdala orta beyinin emrinde hayatı kurcalamakta, negatif yaklaşmaktadır. Biz bu arkadaşların şablonlarının ve şemalarının hatalı olduğunu düşünüyoruz ve onlara daha objektif, daha reel daha pozitif bakmalarının yollarını öğretmeye çalışıyoruz. Ama özümüzde, genetiğimizde negatif bakma eğilimimiz vardır. Muhtemelen evrim sürecimizle ilgilidir.
Konuşmacı: Düşündüğüm zaman şu an ki şartlarda, bireysel anlamda düşündüğüm zaman, sosyal anlamda olsun, bireysel anlamda olsun dışardan gelen etkiler, bu negatif ve pozitifi oluşturan şeyler dengelenme söz konusu, aynı şeyler yaşanıyor. Kötü şeylerin sayısı iyi şeylerin sayısından fazla değil ama biz hep sorun odaklı.
Tahir ÖZAKKAŞ: Şimdi, burada reel olarak kötü veya pozitif olan şeyler problem değildir. Siz, reel bir olayda negatifleşiyorsanız psikiyatrik açıdan bu bir problem değil. Problem sizin zihninizde, zihinsel tasarımlarınızda, olayları hep negatif yorumlayan bir beyine sahip olmanızdır. Yoksa siz içinizde özgürseniz, sizi hücrelere de atsalar siz mutlu olursunuz. Yani bireysel özgürlük adına, kendi inanç ve değer yargılarınız adına bir değer koymuşsanız, sizi hücrelere atsalar dahi siz orada özgürlüğünüzü yaşayabilirsiniz. Ama sizin zihniniz bir takım kalıpların esiri ise dünyanın en büyük özgürlüklerini bahşetseler dahi kendinizi köle hissedersiniz. Negatif ve pozitif bakmak böyle bir şeydir. Hayatın negatif gerçekleri veya acıları bizi mutsuz etmez. Bugün en basit gecekonduda yaşayan insanlar, bugün Osmanlı sultanlarının yaşadığı şatafattan daha şatafatlı yaşıyorlar. Elektrikleri var, akan muslukları var , gecekondu da mum ışığında yatmıyorlar, çok rahat yatakları var, yorganları var, çamaşır makineleri var, bulaşık makineleri var. Bunlar Osmanlı padişahında yoktu. Bir yerden bir yere gitmek için at üstünde gitmek zorundaydı. Giderken de o atın üstünde durmak zorundaydı. Bu manada baktığımız zaman zorluklar rölatiftir. Yani, bizim içsel dizaynımızda negatif ve pozitiflik var. Mesela; ben çok çileli geçirdiğim yıllara bakıyorum, yoksulluk, acı ama çok keyifle yâd ediyorum. Çünkü inanılmaz bir hayat mücadelesi vermişinizdir, inanılmaz bir gayret göstermişinizdir. Aç kalmışsınızdır, açık kalmışsınızdır ama zerre kadar o negatiflikler o günde etkili değildi. Bugün duygusal bir kalp kırıklığı bana açlıktan daha büyük sıkıntı verebiliyor. Anlatabildim mi?
Burada bir parantez açayım, vaktimiz sınırlı ama bir çocuk değerli veya değersizlik hisleri ile yetişirken, annesi onu benim çocuğum olduğu için değerli olarak bakarsa çocuk kendini temelde değerli hisseder. Yok, çocuk annenin gözüne girmek için eylemler yapar ve o zaman değerli olduğunu hissedebiliyorsa, annenin beklediğini yaparsa öyle bir çocukta dış odaklı bir his gelişir. Bu ne demektir ? Eğer değerlilik hissetmek istiyorsan başkalarının beklentilerini yap demektir. Ne demektir başkaları benden başarı bekliyor? Başkaları benden bir takım beklentilerde bulunmamı bekliyor, o zaman başarı bekliyorsa başarılı olmak zorundasın, başarısız olduğun zaman ne olacaksın? Değersiz olacaksın. Peki başarılı olabilmek için başarıyı engelleyen faktörler nelerdir diye sorar insan kendine. İnsan bu noktadan itibaren olumsuz otomatik düşünceler başlar. Ha kitabı tam okumadıysa, gece iyi uyuyamadıysa, hoca yanlış yerden soru sorarsa bakarsın hep negatif düşünme. Çünkü negatif düşüneceksin ki onlarla ilgili tedbir alacaksın ki başarısızlığa giden yolları tıkayabilesin. Başarılı olduğun zaman değerli olduğunu hissedeceksin. İşte bu mana da çekirdek kalıplarda negatif düşünmeyi zorunlu kılan şemalar ve şablonlar vardır. Bu şablonlar daha çok insanın zihnine egemense hep olayları negatif görürler. Anlatabildim mi? Burada keselim mi yavaş yavaş, peki son bir soru var demiştiniz.
Konuşmacı: Temel askere gitmiş komutan bunu sınava tabii tutmuş Temel demiş sağa doğru yatar düşmana ateş ederim demiş peki solundan gelirse ne yaparsın sola doğru dönerim yatarım tam siper alırım ateş etmeye başlarım. Önünden gelirsen ne yaparsın aynı şekilde arkadan gelirse aynı şekilde şimdi her tarafından gelirse ne yaparsın demiş. Komutanım burada benden başka asker yok mu demiş. Şimdi olayın bir yönü de böyle baktığımız esnada mesela ben okurken genetiksel olarak klonlanmış koyunların başına bir çoban değil tüm koyunların başına bir çoban koysanız koyunlar bir arada durmuyor. Şimdi de insanları birey, birey dağıttığımızı düşündüğümüzde eskiden bir topluluk vardı bir yerde üç yüz bin beş yüz bin kişi herkes gittiği yere kadar gidiyordu bazı şeyler. Ama toplumda böyle bir dağılma olduğu esnada işte bu sistemin içerisindeki herkes bana ne demeye başladığı süre içerisinde diğer taraftan da bir Amerika’ya bakıyoruz. Amerika’nın zencilerin boynuna zincir vurdular çalıştırabilmek için daha sonra zinciri çıkardılar işin ucuna kredi kartı koydular. Kredi kartı için belki zincirden daha fazla çalışıyor. Yani şimdi Amerika’da hepimiz biliyoruz ki on sekiz saat çalışsın ki otuz beş bin dolar aylık geliri var ama on sekiz saat çalışıyor ki. Şu gün için askere gitmiş olan arkadaşlar daha iyi bilirler saat sabahın beşinde kalkıyor günün verimli olduğunu ne kadar verim alınabildiğinin farkına varıyor. Diyorum ki bireysellik belli bir noktaya kadar gidecektir ama bu bireyselliğin gittiği noktada ne var. İnsanlar o noktaya gidiyorlar bunu anlamadım şimdi
Tahir ÖZAKKAŞ ben de bilmiyorum gidiyorlar işte, peki arkadaşlar katılımlarınız için teşekkür ediyorum.