Candace ORCUTT
Burada gelişimsel yaşlarda yaşanan travmatik deneyimlerle bir arada oluşan kişilik patolojileri üzerine odaklanmaktadır. “Gelişimsel travma” olarak tabir edeceğim bu deneyimler, fiziksel ve cinsel istismarı da kapsamaktadır. Erken dönemde meydana gelen bu durumlar genellikle kişinin hayatını derinden etkiler, ancak yine de çoğunlukla psikoterapiye karşı direnç gösterirler; çünkü deneyimin “hatırlanması” bilinçli bir farkındalık düzeyinde olmayabilir.
Dikkate değer iki oluşum bu yaşanmış durumu bilinç düzeyine çıkartabilir: 1) Daha sonra oluşan tetikleyici bir unsur, genelde travmatik bir olay; 2) Kişilik patolojisinin çözülmesi sonucunda kendiliğin güçlenmesiyle gelişimsel travmayı tolere edebilir duruma gelmek.
Hayata sınırlı bir perspektiften bakan, öyle ya da böyle sosyal ilişkilerini, iş hayatını ve hatta eğlence hayatını yönetmede inatçı bir yol izleyen, yerleşmiş kişilik problemleri olan bir kişi, var olan enerjisini yeterli derecede kullanmaya ve değerlendirmeye vakıf değildir. Acil bir işe yöneltilmesi gereken enerji, arzu edilen amaca ulaşmada kaygı ve depresyon nedeniyle bastırıldığı için sapmaya uğrar, engellenir veya gereksiz yere tüketilir. Böyle kişiler, hedeflerinin peşinden özgürce koşmazlar. Amaçsızca oradan oraya savrulurlar, sürekli kaytarırlar ya da oransız bir stres pahasına ulaşmak istediklerine ulaşırlar.
Kendilik, spontane ve esnek bir enerji ortaya koyamaz: Yanında taşıdığı bir alet çantası vardır ve çantasındaki kapasiteyle yetinir; önüne çıkan her zorlu görev için mevcut olan bir eğe, kerpeten ya da bir çekiç kullanıp durur. Bu yüzden kendilik, bırakın olağandışı stresin baskılarıyla başa çıkmayı, basit bir durumun üstesinden gelebilecek bir ekipmana bile sahip değildir.
O halde, kişiliksel açıdan sınırlı bir kendilik, travmanın güçlü etkisiyle karşılaşmak durumunda kaldığında ne olur? Travma, kişinin hayat hakkındaki düşünce ve duygularını da katılaştırır; kişiler hayata karşı zırhlanırlar ya da travmatik olayın hatırlanmasını tetikleyen unsurlardan kaçınırlar. Ya da travmatik olay, sürekli aklın huzurunu bozan, durmaksızın hatırlanan anılarla – imgeler, sesler, kokular, tatlar, hisler; yinelenen düşünceler ve ezici duygularla- tekrar tekrar yaşanır. Bu, risk alarak korkuyu yenmek ve sahte bir kontrol hissi kazanmak için, daha çok kaçınan veya agresif davranışlara, hatta şeytanca davranışlara yol açar. Travmaya uğrayanların kaçınan, inkar eden, agresif ve riskli davranışları, uyumsuz kişilik savunmalarını taklit edebilir. Korkunç bir kurban tavırları ya da zorba ve kabadayı tavırları, erken dönemlerde yerleşmiş kişilik örüntülerine benzeyebilir. Elbette ki, benzer savunmalar ya da örüntüler hem kişilik patolojisinin hem de travmanın sonucu olarak var olduğunda, sonuç daha da karmaşık ve yoğun bir hal alır.
Duruma basit bir şekilde bakmak bile travmatik deneyimin ve daha önceden var olan kişilik patolojisinin birleşiminin nasıl karmaşık ve yoğun bir durum yarattığını göstermektedir. Psikoterapide, teşhis ve terapi, birbirini kopya edebilen, yoğunlaştıran ve böylece inatçı ve dirençli bir hal alan, birbiri ile iç içe olan durumları dikkatli bir şekilde ayırt etmeli ve bunların üzerine odaklanmalıdır.
Travmatik stres durumlarının ve kişilik yapısıyla ilgili durumların iç içe olma hali literatürde bir ölçüde yer almıştır. Bennett Braun (1996) travma çalışması için gereken bir destek olarak sağlam bir kişilik yapısının önemini vurgulamaktadır:
“Bütünleştirilemedikleri takdirde, gerçekleri ya da duyguları bir araya getirmek anlamsızdır. Bilişsel yapı olmadan duygusal boşalma tehlikeli olabilir…çünkü hastanın savunmasız kaldığı ya da başa çıkma yeteneği olmadığı travmatik anıları harekete geçirebilir. Bu da eyleme vurma davranışlarının, psikolojik ve fiziksel çöküşün artmasına yol açabilir.” (sf.14)
Mardi Horowitz (1997) travmatik deneyimlerin kendilik şemalarıyla ve kendiliğin dış dünyayla ilişki kavramlarıyla nasıl birleştiğiyle daha belirgin bir şekilde ilgilenmektedir (sf.49). Travmatik olarak baskı altına alınmış narsistik kişilik bozukluğunda karakter-bilinçli bilişsel müdahalelerin kullanımını gösteren süreç görüşmelerini sunmaktadır.
Bessel van der Kolk ve diğerleri (1996), çocukluk travmalarının borderline kişilik bozukluğunun sebepleri üzerinde direkt nedensel bir etkisi olduğunu görüşüne inanarak, tartışmaya yol açan travma ve kişilik ilişkisi konusunda çalışmaya başlarlar (sf.201-202).
Öte yandan, Daniel Brown (1997), erken dönemlerde kişilerarası bağlanma mekanizmalarıyla şekillenen kişilik bozuklukları ve erken yaşlarda bile oluşan sakınımlı ve aralıklı travma deneyimlerinin kendiliğe yüklemiş olduğu algı ve biliş bozuklukları arasında belirgin bir ayrım yapmıştır. Allan Schore (1999), her iki durumda da beyni etkileyen bir tür travma mekanizması olduğunu görse de Brown ile aynı görüştedir. Bazen birbirleri ile çelişen ifadelerden ortaya çıkan sonuç, kişilik örüntüleri ve travmanın kendilik üzerindeki örüntüsel etkileri arasında bir tür benzerlik ya da bağlantı olasılığıdır.
Benim kanaatimce, kişilik bozuklukları ve gelişimsel travmanın etkileri, büyük olasılıkla gerçekte farklı sebepleri olan eşzamanlı bir durum yaratmaktadır ancak bu sebepler karşılıklı olarak birbirlerini etkilemektedir. Bu kavramsallaştırma, teknik üzerinde doğrudan ve önemli bir etkiye sahiptir ki ben bu terapinin (akut evreler hariç), travmayla ilişkili duygusal acı ya da travmatik yaşantı hastayı baskı altında tuttuğu zaman, kişilik çalışmasının kısıtlayıcı kapasitesine öncelik verirken travma çalışmasına geçiş esnekliğini de korumak zorunda olduğu fikrini ileri süreceğim. Yaklaşımın bu iki yönlülüğü, bütün halinde ve öncelik verilmiş bir teknik içerisinde gözlemlenmelidir.Devamını okuyun