Gelenekselden Moderniteye Ruhsal Gelişimimiz:

(28.08.2008)

Uz. Dr. Tahir Özakkaş

Sunucu: Muhterem misafirler, hoş geldiniz. Büyük kalabalık… Mikrofona bile lüzum göstermeyeceğim Malatya standardına göre ifade ediyor, mevzularla alakalı merakı ifade ediyor. Halkımızın kayısılaşmasını ifade ediyor. Böyle mübarek bir amblemin huzurunda kayısı şeklinde kayısı teşekkülü (tefekkürü de  olabilir.) içinde ..tasavvur bile edemezken muhterem hocamız İstanbul’dan teşerrüf ettiler. Bence zaten manasız kalabalığın lüzumu yok. İnşallah bir mevzu üzerine bizi irşat eder. Hocam buyurun.

Teşekkürler. Şöyle otursam daha iyi olacak. Hepiniz hoş geldiniz. Biraz önce Yaşar beyle sohbet ederken iki siyasi parti liderine atıfta bulundu. Birisi böyle gibi kalabalık görünce, muhteşem kalabalığı görüyor musunuz şeklinde gazetecilere yönelik ifadede bulunurken diğeri ise, o kadar içim kalabalık ve doluyken niye siz azsınız şeklinde ifadede bulunmuş. Tabi burada sizinle biz hasbıhal yapacağız, sohbet yapacağız. Bunu bir arkadaşla da yapabiliriz, birkaç arkadaşla da yapabiliriz. Zaten gördükçe de yapıyoruz. Konumuz geleneksel hayatımızdan moderniteye geçiş sürecimizde ruhsal yapımızın ne olduğu ile ilgili gelişimi ile ilgili genel bir perspektif ve şema çizmek. Tabi öncelikle fazla bilimsel ve ağmalı olmadan basit bir şekilde kavramlar üzerinde bir netlik sağladıktan sonra hangi kavram üzerinde konuşup onun içeriğini neyle dolduracağımıza bir karar verelim. Dört tane kelime var herhalde. Geleneksel, modernite, ruhsal ve yapı.

Ruhsal kelimesi bizim psikolojide, psikiyatride, psikopatolojide çok karışan bir kelime. Onun için de hem halkımız tarafından hem doktorlarımız tarafından, meslektaşlarımız tarafından içeriği karıştırılan bir kelime. Ruhsal demek ruhla ilgili demek. Tabi Batı dünyasına baktığımızda iki tane ruhsal içeriği olan kelime görüyoruz. Birisi spirit kavramı, ikincisi psi kavramı spirit kavramı psi kavramından tamamen farklı bir kavramdır. Spirit ilahi anlamda psikologların veya ilahiyatçıların insanın bilinmezlik boyutunu inceleyen, ruh diye tanımlanan, ölümle vücuttan ayrıldığına inanılan bir kavramı ifade etmektedir. Psikoloji bilimi veya psikiyatri spirit anlamındaki ruhla ilgilenmez. Bir kere böyle bir sınırı çizmemizde yarar var. Peki, geriye psikoloji dediğimiz, ruh bilim dediğimiz incelenebilen, denenebilen ve sınanabilen şeyin çeperi, çerçevesi nedir. Psikoloji ve psikiyatri niye ilgilenir? Bugünkü sohbetimizin konusu spirit mi yoksa bu manada psikoloji mi, ruhsal yapı mı bunun ayırdımına varalım.

Demek ki dini anlamdaki ki bizim dinimize ve inançlarımıza göre Allahtan bir parça olarak üflendiğine inanmak Allahtan bir parça olduğu kabul edilen ve dönüşü de ona olacağına inanılan Mevlana’nın buyurduğu gibi şeb-i aruz gününde o aydınlığın bittiği ve tanrıya tekrar kavuşma anı olarak nitelendirilen ruhsal yapı sprit bizim konuşmamızın dışında olan bir konu. Peki, psikoloji nedir?

Psikoloji insan varlığının temel organlarından birisi olan insan beyninin entelektüel yetilerinin tamamını içine alan, onların nedenselliğini irdeleyen, irdeleyen konuların hepsine ruhsal yapılar diyoruz. Peki, insan beyni, nedir, nelere kadirdir, bunun bir bilimsel tarafı var mıdır, bunu kısaca bir gözden geçirelim ki gelenekselden modern yapıya geçerken özellikle Türk toplumunda son iki yüz yıldır yaşanan bu değişimsel süreçteki ruhsal yapının hangi evrelerden geçtiğini, evrimleştiğini, kendimizi nasıl tanımladığımızı anlayabilelim. Ruhsal yapı insan beyni üç temel kompanenet, fonksiyon görür. İnsan beyni sayesinde insanlar birtakım davranışlar sergiler. Bu davranışları dışarıdan gözlemlememiz mümkündür. Bu davranışların bir kısmı sağlıklı ve normal davranışlar iken bir kısmı anormal davranışlardır. İşte insan beyninin üretmiş olduğu bu davranışları inceleyen bilim dalına davranışsal, davranışı inceleyen bilim dalı olarak ifade edebiliriz. Bir insanın dıştan hareketlerini tavırlarını, jest ve mimiklerini bir nedenselliğe oturtabiliyorsa etkiler, karşısındaki tepkilerini standardize edip sınıflandırabiliyorsak ve bunu her yerde aynı şekilde gözlemleyebiliyorsak buna bilimsel bir çerçeve çizmek mümkündür.

İkinci olarak insan düşüncesini üretmektedir beynimiz. Düşünce dediğimiz şey yine dışarıdan beş duyu ile aldığımız birtakım bilgilerin enformasyonun beyne getirilerek beyinde birtakım işleme tabi tutulmasını, bunun sonucunda bir düşüncenin üretilmesi ve bu düşüncenin sağlıklı bir şekilde dışa yansıtılması. Bunun oluşabilmesi için de insan beyninin birçok kompanentinin, birçok parçasının birbiriyle ahenkli, senkronize çalışması gerekmektedir. İşte bazı hastalıklarda şizofren ve benzeri hastalıklarda insan düşüncesi dışarıdaki algıları sağlıklı algılayamaz. Algıladığı algıları sağlıklı işlemleme sürecine tabi tutamaz. Ve çıktıları da yani düşünce sonuçları da hatalı ve hastalıklı olur. Yani sonuçta insan beyninin bu genetik, sonradan birtakım nedenselliğe bağlı olarak bozuklukları sonucunda düşünceler de bozulabilmekte. İşte, düşünce yapısının içeriği, şekli, niteliği, niceliği gene psikolojinin ilgilendiği bir alandır. Bunun da nedenselliği vardır. Yani bir düşünce nasıl üretilir, bir insan nasıl düşünür, hangi algıları aldıktan sonra, hangi işlemleme süreçlerinden geçirildikten sonra nasıl bir düşünceye sahip olur; bunu da bilimsel olarak incelemek mümkündür. Son olarak da beynimizin üçüncü kompanenti duygulanımdır. Yani duygularımız üzüntüden sevince, mutluluktan kedere kadar geçen yelpaze içinde duygu tarafımız vardır. Bu duygunun da düzenlenebilmesi, uygun düşünceye, uygun duyguların oluşabilmesi beynimizin fonksiyonudur. İşte bu fonksiyonların hepsinin birbiriyle ahenkli çalıştığı bir beyin sistemi normal bir beyin sistemidir. Biz buna hardware yani bir bilgisayarın ana parçaları, bu nedir, hardware, harddiski, mainbourdu, klavyesidir, ekranıdır, CD sürücüdür, beyni böyle bir sisteme benzetecek olursak yaratılışımızın itibarıyla beynimizde hiçbir arıza olmadığını düşündüğümüzde bu hardwarenin sağlıklı çalıştığını kabul edebiliriz. O zaman davranışı, düşüncesi ve duygulanımı normal çalışan ahenkli bir insandan bahsedebiliriz.

Peki, bu şekilde hardwaresi sağlam olmuş bir insana hangi olaylar karşısında nasıl davranacağı, nasıl düşüneceği, ne düşüneceği, ne boyutta düşüneceği, hangisinin öncelikli, hangisinin ardıcıl olacağı ile ilgili bir sistem olması gerekir. Buna karşı da nasıl tepkisel bir duygulanım vereceğinin yapısı yani içerik sonradan belirmektedir. İşte burada gelenekselden moderniteye dediğimiz sistemin eşiğine geliyoruz.  Sizin nasıl düşündüğünüz, nasıl duygulandığınız ve nasıl davrandığınız bugün artık en ince zerresine kadar anlaşılabilir hale getirilinceye kadar inanılmaz çalışmalar yapılmıştır. Şimdi burada geleneksel kültürümüzün yanlış anlaşılması sonucunda birtakım bize bilgiler veriliyor. Nedir bu bilgiler? İşte dinimizde bir ayeti kerimede “ruh rabbimin emrindedir, sana ondan hiçbir haber verilmemiştir, o konuda bilgi sahibi olamazsın” derken sohbetimin başında belirtmiş olduğum sprit kavramı kastedilmektedir. Onun dışında beynin ruhsal fonksiyonları dediğimiz her türlü fonksiyonlarını çok detaylı bir şekilde incelemek mümkündür. Çünkü yaratılmış bir nesne vardır karşımızda. Biz de bir bilim insanı olarak nesnel olarak bu beynin nasıl çalıştığını nasıl ürettiğini anlamaya çalışıyoruz. Dikkat ederseniz her birinizin dışarıdan gelen etkilere göre farklı tepkileri vardır. Bu tepkiler davranışsal tepkilerdir, düşünsel tepkilerdir ve duygulanımsal tepkilerdir. Bu tepkilerin oluşum süreci yüzlerce yıldır oluşmuş olan kültürel kodlarımız sayesinde belirlenmektedir. Bazı olaylara karşı üzüntü ve acı yaşarken bazı olaylara karşı keyif yaşamaktayız. İşte bu üzüntü ve keyif yaşamanın içeriği yetiştirildiğimiz ortam, kültürel kodlarımızla yakından alakalıdır. Peki, bu kültürel kodlar yani yaşantımızı belirleyen olaylarla ilgili yaptığımız yorumlar hep aynı mıdır? Hayır değildir. Burada çok çeşitli kombinasyonlardan oluşan içine sosyolojinin, psikolojinin, gelişimin girdiği birçok girdilerin bulunduğu bir alanla karşı karşıya kalıyoruz. İşte biz buna geleneksel yapıdan moderniteye geçerken ruhsal yapı nasıl şekilleniyor. İki tane ekstrem uç örnekten yola çıkarak bu ruhsal yapımızı anlatmaya çalışacağım.

Toplumsal yapılar da insanlar gibi doğarlar, büyürler ve ölürler. Tarihsel sarkaç içinde geleneksel yapımız bizim bütün toplumlarda önce cemaat ilişkisi şeklindedir. Toplumsal yapımızın özü cemaatleşme şeklindedir. Bu cemaatleşme kavramını bugünkü anlamında kullandığımız cemaat ilişkileri anlamında kullanmıyorum. Sosyolojik anlamdaki cemaat tipinden bahsediyorum. Bunun gelişim süreci cemiyet tipi topluma geçiştir. Cemiyet tipi toplum ise bireyin öne alındığı cemaatin geri plana alındığı bir ilişki modelini geliştirir. Osmanlının son anayasası mecelle’dir. Mecellenin bir hükmü şöyle der: “Zararı aam için zarar has ihtiyar olunur. Yani toplumun menfaati için bireyin menfaati geri planda bırakılabilir. Hâlbuki toplumsal dinamikler dünyadaki gelişim bireysel özerkliğin bireyin menfaatlerinin ön plana alındığı toplumsal yapı karşısında veya devlet yapısı karşısında bireyin de en az onun kadar güçlendiği bir sisteme doğru getirmektedir.

Şimdi cemaat tipi ilişkide ne olmakta? Cemaat tipi ilişkide insanların davranışları düşünceler ve duyguları bu cemaat tipi ilişkinin perspektifinde meydana gelmektedir. Cemaat tipi ilişki birey olmak, ayrışmak ve özerkleşmenin önünü tıkar. Tıkamak zorundadır. Çünkü cemaat tipi ilişkinin özünde üretim ilişkileri bağlamında tarımsal bir toplumun girdileri yatar. Tarımsal bir toplumda Yani hizmet sektöründe tarıma dayalı bir toplum varsa bütün ruhsal aygıtın şekillenmesi buna uygun olmak zorundadır. Bu ne demektir? Kişinin birey ve özerk bir şekilde aile dinamiklerinden, hatta sülale dinamiklerden, kültürel dinamiklerden, şehirsel dinamiklerden ayrı ve bağımsız hareket etmesi mümkün değildir. Bu şekilde hareket edenler toplum tarafından cezalandırılır ve dışlanırlar. Bu şunun içindir: Eğer bir üretimin kol kuvvetine dayalı bir sistem içinde yapılandırılmasını zorunlu kılan bir sistem var ise o sistem bir pederşahi bir yönetim altında kişilerin bağımsız hareket etmesini önleyecek bir sistem de zapturapt altına alınmak zorundadır. Tarlaya birileri gidecektir. Ekin belirli bir dönemde kalkacaktır. Düşünün ki sekiz tane oğlan var. Oğlanın biri diyor ki ben diyor mandolin çalacağım. Öbürü diyorum ki ben uçak mühendisi olacağım. Öbürü diyor ki ben domates yetiştireceğim. Öbürü diyor ki ben güreşçi olacağım. Öbürü diyor ki futbolcu olacağım. Ekin tarlada kalacak. En basit amiyane tabirle bu şekilde izah edebiliriz. İşte sistemin yüz yıllarca getirilen kültürel kodları o sisteme uyum gösteren bireyleri takdirle taltif etmiş, uyumlu evlat, uygun evlat, efendi evlat ve bunu dini bir takım öğelerle de destekleyerek dini bu manada yorumlayarak üretime katılan pederşahi bir üretimi büyükbabanın veya dedenin veya babaannenin göstermiş olduğu güzergâh içersinde sistemi bozmadan devam ettiren hiyerarşik düzene aykırı olmayanı yapan takdir edilmiştir. Bu ne getirmiştir? Yavaş yavaş günümüzdeki sorunlara doğru ineceğim. Bir kayınvalide kaynana, bir kayınpeder, bir büyük kaynana ve ona bağlı otomatik olarak hiyerarşik bir sistemi getirmiştir. Evde bir yemek işleri hallolacak.  Herkesin yeri konumu belirlenecek. Tek bir tastan çorba içilecek. Düşünün yani bundan yani bir kırk yıl, elli yıl, altmış yıl, yetmiş yol öncesini düşünün.  Veya bu yaşları bilenlere sorun. Tabaklarımız son bir elli kırk yıldır ayrıldı. Tek bir tencereden yemek yerdik. Tek bir mutfakta birlikte hareket ederdik. Bu neydi? Bu yemeğin hazırlanması evin dizaynının, temizliğinin, bakımının, onarımının, gıda maddelerinin hazırlanması hep bir hiyerarşik düzen içersinde yani gelinin görevi belirli, kayınvalidenin görevi belirli, kayınpederin, damadın görevi, oğlanların kızların, görümcelerin, eltilerin görevleri hepsi belirlidir. Bu belirlilik o kadar mükemmel ve muhteşem dizayn edilmiş ki geçmiş yüzyıllarla ilgili bu yapılar sosyolojik olarak incelediğimizde insan hayatının doğum anından ölüm anına kadar hiçbir dakikasının toplumsal kültürel kodlar babında boş bırakılmadığını görürsünüz. Yapılacak hep bir şey vardır. Çocuk doğar, lohusalık dönemi başlar. Kırkı olur. Dişi çıkar. Saçı kesilir. Sünneti yapılır. Okula gönderilir. Velhasıl baktığınızda her bir yaşta çocuk için öngörülen kültürel kodlar ve her kültürel kodda çocuğa verilen, kız ve erkek çocuğuna verilen kültürel görevler vardır.

İşte bu toplumsal yapının ahenkli bir şekilde çalışabilmesi ancak bu kültürel kodların muhafazasıyla mümkündür. Yüzlerce yıldır bu kültürel kodlar toplumsal üretim ilişkilerimiz nedeniyle büyük bir titizlikle korunmuş ve sahiplenilmiştir. Bir toplum için en büyük anarşi bu toplumu birbirine bağlayan kültürel kodların bozulması ve ilişkisel dinamiğin ortadan kalkmasıdır. Bunun adı anarşidir ve kaostur. Anarşinin ve kaosun olduğu yerde insanın kendine yabancılaşması, şemalarını geliştirmekte çok ciddi zorluklar ve inanılmaz badireler vardır ve toplum onu dışlar. Şimdi böyle bir yapı içersinde kendi Türk toplumu olarak kültürel kodlarımızı düşünelim. Malatya’yı düşünelim. Malatya’daki ilişkileri düşünelim. Kayınvalide, kayınpeder, görümce, elti, akrabalık ilişkileri, hatta konu komşu ilişkileri, hatta kurban ve ramazan bayramları, ramazan günleri, doğum günleri, hastalık günleri; bunların hepsi, o toplumsal yapıların birbirleri içersine böyle kenetlenmiş duvar taşları gibi duvarı sağlam tutan kalenin taşlarını sağlam tutan ana yapılardır. Buradaki temel neden neydi? Üretimin devam edebilmesi, insanların aç kalmamaları, kola dayalı kuvvet sistemiyle bu ahenkli tabloların oluşması gerekiyordu. İşte burada insanların ilişkilerini kolaylaştırabilmesi, her bir insanın da bir değer atfedilebilmesi için bütün bu sistemin içinde yer alan bireylere bir görev yüklenmiştir. Bu görev her yaşta şerefli ve onurlu bir görevdir. Gelinin görevi şerefli ve onurludur. Kayınvalidenin görevi şerefli ve onurludur. Kayınpederin görevi şerefli ve onurludur. Ve bunlar zihinsel şemalar halinde örgütlenmiştir. Biyolojik olarak getirmiş olduğumuz bazen çok dışa dönük, bazen içe dönük sistemlerimiz, bu sistemlerimiz… (Telefon çaldı) Evet, bir telefon sesi dağıtıyor bazen beni. Hele içerden gelirse. Ne konuşuyordum? Hatırlayan var mı?

Bir izleyici: Gelin ve kayınvalide diyordunuz.

Evet. Bunlar içsel beyin yapımızın, bahsetmiştim, davranışsal, düşünsel ve duygulanımsal üç sacayağında örgütlenmiş otomatik şemalara dönüşürler. Yani siz nasıl davranacağınızı, nasıl düşüneceğinizi ve nasıl duygulanacağınızı önceden ayarlamazsınız. Kültürel kodların size vermiş olduğu otomatik mekanizmalar sayesinde bunlar içselleşir, davranışsal öğrenme ve modelleme kalır ve zihinsel nedensellik şemalarıyla saygı duyma, değerliliğinizi hissetmek, yeterliliğinizi hissetmek için bu kurallara uymak zorunluluğu hissedersiniz. Bunlara uymadığınız zaman hem içerdeki süper ego dediğimiz yargılayıcı sisteminiz hem de dış dünyadaki toplumsal yapılar sizi dışladığı için buna dayanmak mümkün değildir. Dolayısıyla sistem ahenkli bir şekilde çalışır. Bu sistemi üreten yapılar ki bu yapılar imbikten süzülmüş gibi, binlerce yıldır oluşan toplumsal dinamiklerdir. Bu dinamikler sayesinde her bir bireyin her yaşta kendini ifade edecek ve mutlu edecek birtakım onlara özellikler ve özerklikler verilmiştir. Dişlinin bir parçası, ana sistemin bir dişlisi olmayı kabul ettiği sürece sorun yoktur. Kayınvalidesini hürmetle karşıladığında birey olarak takdir alacaktır. Ve bunun karşılığını alacaktır.

Şimdi bu sistem son iki yüz yıldır çatırdıyor. Neden çatırdıyor? Bunun sebebine baktığımızda bütün gelişmiş ülkelerde ki Batı toplumları da aynı sistemden geçmişlerdir. Amerika’yı yeniden yeniden keşfetmeye gerek yok. Ne yapmışlar? Orada insanlar artık tarımsal ilişkiler modernizasyona geçmekle beraber üretim ilişkileri fabrikalara aktarılmış. Artık o noktaya gelmiş ki bugünkü yüzyılda, yirmi birinci yüzyılda kol kuvveti yerine artık zihin kuvveti ve kafa kuvveti insanlara hâkim olmuş. Dolayısıyla bir insan bilgili ve becerikli ise bu insanın toplumsal statüdeki rolünün ne olduğuyla belirlenmiyor, neyi başardığı ve becerdiği ile belirleniyor. Bugün ilginç bir gündü. Açılış merasimindeydik. Çoğumuz da oradaydık. Bir parlamenter hanım geldi. Bu parlamenter hanımın gelmesiyle beraber, eczacı bir hanım arkadaşımız, birçok oradaki değerli beyler ve bayanlar bu hanıma inanılmaz hürmet gösterdiler. İtibar ettiler, saygı gösterdiler. Acaba bu hanımefendi bu itibarı gelin olduğu için mi aldı, kayınvalide olduğu için mi aldı, büyük kayınvalide olduğu için mi aldı, görümce veya elti olduğu için mi aldı? Hayır. Bu hanımefendi kafasını kullanarak zihnini kullanarak bundan 200 yıl önce, 500 yıl önce imkânsız olan bir şeyi başardı. Hiç kimseye ihtiyaç duymadan, ben de en az erkekler kadar eşitim, ben de en az erkekler kadar becerikliyim, ben de en az erkekler kadar bilgiliyim diyerek toplumsal roldeki tüm statüleri alaşağı eden bir sistemle kendi bireysel özerkliğinin hak ettiği mükâfatını aldı. Bütün hanımlarımız ve beylerimiz kadar. Peki, bu neye yaratıyor? Bu farkında olmadan anarşi yaratıyor şimdi. Buyurun bu vakayı, her an incelediğimiz bu vakayı irdeleyelim.

Yaşlı amcalarımız yanlarında büyüyen kızları için, mahallenin çocukları için o bizim sümüklü Ayşe, o bizim sümüklü Fatma diyecek. Sidikli Ali diyecek, sidikli Mehmet diyecek ama o Ayşeler, Fatmalar karşımıza doktor, mühendis, genel müdür parlamenter olarak çıktı. Bu Ali amcamız, sakallı dedemiz, Ayşe teyzemiz bunlara nasıl muhatap olacak? Hâlbuki yüzyıllardır gelen geleneksel yapıda yaş itibarıyla kayınvalideliği hak etmiş olan bir kişi gelin konumunda olan insanlara elini uzatacak. Elini öptürecek ve kendisini kutsayacaktı. Sistem çatırdadı mı? Bu ilişkiler ağında sistem nasıl ruhsal bir ilişki kuracak. Ha, pat diye bunlar kurulmuyor arkadaşlar. Binlerce yıllık gelmiş olan her türlü ilişki modeli yeniden dizayn edilmelidir. Mimariye girer bu, sosyolojiye girer, folklora girer, insan ilişkilerine, akraba ilişkilerine. Buyurun kız istiyorsunuz, oğlan istiyorsunuz. Kız olmuş eczacı, kız olmuş doktor, kız ağır ceza reisi. Bizim oğlumuz da mühendis. Varacağız biz şimdi, eskiden olduğu gibi, hatırlı, bir şehirden eşrafından birisini alacağız. Kızla oğlan birbirlerini görmemişler hiç. O eşrafı alıp aksakallı dedeyi ağır ceza reisi olan kızımızın babasına varıp Allahın emri peygamberin kavliyle, işte, huyu huyuna suyu suyuna uygundur, oğlumuz mühendis olan Mehmet’e kızınızı istiyoruz. Olabilir mi böyle bir şey? Ne oldu? Sistem çatırdadı. Peki, bu kız nasıl evlenecek? Bu oğlan nasıl kız isteyecek? Efendim bunlar çıksınlar, birbiriyle tanışsınlar, flört etsinler. Malatya’da hadi flört etsinler bakalım. El ele mi tutuşsun, dans mı etsin, sarılsın mı? Öpüşsün mü? Konuşsun mu? Yalnız mı konuşsun? Baktığınız zaman son elli yıldır bu kültürel kodların değişimiyle ilgli toplum habire sentez üretiyor, habire. Öyle daraldı ki teknoloji öyle sürekli ilerliyor ki kültürel kodlar buna yetişmiyor. Şimdi dediler ki oğlan ile kızın ya yenge önünde ya teyze önünde kimseye de haber vermeden, çaktırmadan gösterelim birbirlerine. Olmuyor mu? Gösterdiler. Fakat odada yalnız başına bırakalım da konuşsunlar. Yalnız başına bırakılır mı? Dini kurallar var, normal, örf var, adet var. Allah korusun yani. O zaman ne yapıyor? Sekiz – on yaşında bir çocuğu bekçi koyuyorlar. Bundan yirmi yıl önce böyleydi. Malatya da durum neydi; bilmiyorum. Şimdi, kızla oğlanı, nedir, kültürel kodla şemaların değişimini söylüyorum, umuma açık mekânlarda birbirleriyle konuşmalarında hiçbir mahzur yok. Bunlar okumuş adamlar, bunlar aklı başında adamlar. Anlatabildim mi? Bunlar birbirlerini tanısınlar, bir evlilik kuracaklar, yuva kuracaklar. Nerede? Malatya’nın neresi, ne kafesi var hocam?

Bir izleyici: Kanal boyu.

Kanal boyunda, orada Moda dondurmacısında, bilmem ne dondurmacısında oğlanla kız buluşacaklar. Muhabbet edecekler. Ne edecekler? İşte senin tercihlerim nedir, benim tercihlerim, dünya görüşüm nedir, ben dünyayı böyle algılıyorum, benim huyum suyum budur, senin huyun suyun nedir. Birinci elden satır atacaklar, konuşacaklar. Orada bir uzlaşı zeminine gelinirse daha sonra ailelerin eski kültürel kodları, hani kayınpeder karar verecek, kayınvalide karar verecek, kayınvalide karar verecek, olur mu onları dışlamak? Ne yapacaksın ki yani? Kırk yıl kayınvalide beklesin, kırk yıl beklesin ki sıra bana gelecek de bir kayınvalidelik yapacak. tam orada kültürel kodlarımız değişiyor. Efendim artık kayınvalideye falan ihtiyaç kalmadı. Oğlanla kız kendi arasında anlaşıyor. Sana sadece yüzük takmak kalır. Hayda! Pabucu dama atıldı. Ben olsam çıldırırım. Kırk yıl beklemişim kayınvalide olmak için. Günün birinde kayınvalidelik şerefi bana geldiğinde, efendim, sosyal dinamiklerimiz değişti, kusura bakmayın, moda dondurmacısı diye bir dondurmacı çıktı, oğlanla kız orada anlaşmışlar. İşi de pişirmişler. Bize sadece işte geleneksel ve kültürel kodlardan kalan bir yüzük merasimi, söz, nişan, nikâh gibi birtakım şeyler usuleten. Onlar da fazla bulaşmamızı istemiyorlar da böyle aşağılayarak bakıyorlar iki taraf da. Şu aileleri dışlayalım, artık özel insanlarız falan. Ne oldu? Ruhsal yapı nerelere geldi şimdi? Geleneksel yapıdan moderniteye…

Tabi, bu işin sembolik kısmı. İşin ağır kısmı biraz büyük şehirlerde bizim çalıştığımız İstanbul, Ankara, İzmir gibi büyük kentler… Orada ne oluyor? Bize gelen arkadaşlarımızın, danışan arkadaşlarımızın çoğu böyle bildiğimiz akıl hastalığı falan değil, danışmanlık hizmeti alan, psikiyatrik hizmet alan arkadaşlarımızın büyük bir kısmı üniversite mezunu. Birçoğu doktorasını ve mastırını yapmış çok akıllı, çok zeki, birçoğu beni suya götürüp susuz getirecek değerli arkadaşlarımız. Peki, bunlar bana niye geliyorlar? Akıl istiyorlar, fikir istiyorlar. Niye geliyorlar? Bir tane kafamızdan bu manada kültürel kodları gelenekselden moderniteye dönüşürken yaşadığımız anarşinin bir numunesi olması açısından bir vakamı sizinle paylaşayım. Kızımız köylü Ahmet ağa ile köylü Ayşe hanımın üçüncü kızı. Sorun var mı? Yok. Çocukluğunu tarla hayatı ile rençperlikle, sapanla samanla, ahırla, inekle geçirmiş, parasız yatılı ortaokulu kazanmış. Aileden uçmuş. İnşallah hemşire olursun, inşallah polis olursun, inşallah ebe olursun, inşallah öğretmen olursun dualarıyla gönderilmiş. Çünkü köylünün en büyük hayali, ulaşabildiği yer kız çocuğunun inşallah bir ebe olur veya öğretmen olur. Son yıllarda da polis olur. Daha ötesi yok onun için. Ondan, doktor, mühendis, avukat, şehir yöneticisi, şehir planlamacısı, uluslararası işbirliğinde para fonunda çalışacak, dünya parasına yön verecek insan olmaz. O köylü Ayşe, sümüklü Ayşe. Onun bir tane hayali vardır. Bir tane ebe vardır. Bir tane öğretmen vardır. En büyük insan odur. Arkasında bir doktor varsa aşılama programı falan öf! Tanrı gibi bir şey. Şimdi bu kızımız, zeki bir kızımız. Birçok Anadolu çocuğunun inanılmaz zekâsı gibi, zeki kızımız. Ortaokula gitti. Ortaokulu okudu. Başarılı oldu. Yatılı okul olarak liseye devam etti. Bu kızımız çalıştı. Tak! üniversiteyi kazandı. Yaz tatillerinde gelip arada sırada samana sapa yardım ediyor. Biraz inek sağıyor. Yoğurt yapıyor ama aklı derslerinde. Şimdi bu kızımız üniversiteye başladı. Öyle bir üniversite kazandı ki Boğaziçi üniversitesi, Boğaziçi üniversitesi işletme bölümü. Canavar gibi İngilizce, canavar gibi bilim. Bu kızımız dört yıl sonra fakülteyi bitirdi mi? Oldu mu Boğaziçi’ne işletmeci? Orada derece yaptı mı? Yaptı. Şirketlerin onlarcasından teklif geldi, bizde çalış diye. Kızımız şirketlerden birisine girdi. Beş yıl içersinde yönetici pozisyona geldi. Sekiz yıl sonra üst düzey yönetici. Uluslar arası ilişkilerde şirketlerin prezantasyonunu, milyon dolarlara imza atan değerli kızımız.

Şimdi bu kızımız köyden on beş yıl önce ayrıldı ya, yan taraftaki komşunun sakallı Ahmet amcayla Hatice teyzenin yanında kim bu? Kim? Şimdi bu kızımız modernitenin her türlü, özerkleşmenin her türlü yaşantısını yaşıyor. Sevgilisini kendi seçti. Eş olacak insanı yakinen tanıdı. Ona uygun kodlar geliştirdi. Onunla evlendi. Bana ne diye geldi, biliyor musunuz? Yalnızım, ne yapacağımı bilmiyorum. Soruna bak. Böyle sorun olur mu? Buradaki yalnızlık öyle evde kaldığınız bir yalnızlık değil. İşte bu gelenekselden modernleşmeye geçerken bütün insanlarımızın önümüzdeki dönemlerde yaşayacağı çığ gibi gelen sorun yumağının ilk ayak sesleridir. Kültürel kodlarımız deliniyor ve parçalanıyor. Bunun karşılığı anarşidir, yabancılaşmadır ve yalnızlıktır.

Köye git diyorum. Ben köye nasıl gideyim diyor. O kadar yabancıyım ki ben o köye artık. O köy benim köyüm değil. Gittiğim zaman… Şimdi, altında makam şoförü olan üst düzey yönetici olmuş bir hanım olarak uluslar arası şirketlerde çeşitli planlama ve programlamayı yapan hanım kızımız köye gidecek, Hatice teyzeme ne diyecek şimdi? Yan taraftaki Ahmet amcaya ne diyecek? Onlar yirmi yıl önceki yerde duruyorlar. Gel bakayım Ayşe, öp bakayım elimi. Ayşe’nin yanında çalışan yüz tane çaycı var. Ayşe hanımla Fatma Hanım var. Şimdi burada ne oldu? Bu kızımız köye dönemiyor. Çünkü o köye döndüğünde o Hatice teyze ile Ahmet amca ile köylü diğer insanlarla nasıl bir ilişki ve iletişim içine gireceğinin şemasını… Şehir hayatına geliyor, kent kökenli olmadığı için şehirde bir düğün yapılacak kim çağırılacak bu düğüne? Buyurun en lüks otelin en lüks balkonunda düğün olacak. Okuma yazma bilmeyen teyzelerini mi çağıracak? İlkokul üçten ayrılmış amcalarını mı çağıracak? Her yanı inek kokusu ve tezek kokusu olan akrabalarını mı çağıracak? Kimi çağıracak? Delikanlı da aynı şekilde. Delikanlı da bir başka şirketin üst düzey yöneticisi. O da bir başka bölgenin yapısından geliyor. Ne yapıyorlar? Sadece şirketteki arkadaşlarını onlarca çelenk geliyor, iş görüşmeleri, bir düğün yapılıyor ama arkası kof ve boş. Bir düğünün baştan sona planlanması tamamen kültürel kodlarımızın inanılmaz dinamiği ile doludur. Hiçbir boşluk yoktur. Ve bu kodlar birçok şeyi test eder ve sınar. Burada birçok aileler yarı yolda kalırlar. Çünkü oradaki testler geçilemez. Çünkü orada mecburiyetler vardır, mahkûmiyetler vardır, iktidar mücadeleleri vardır. Zenginlik gösterileri vardır. Ailelerin denkliği, indirek yönden sınanır. Çünkü evlenme kişi ile kişi arasında değildir geleneksel toplumda. Gurupla gurup arasındadır. Eğer bir aileye nifak tohumu getirebilecek bir gelin alınırsa veya damat böyle bir tercihte bulunursa komple çöker. Onun için dikkat ederseniz hala bugünkü hayatlar izdüşüm hayatlarımızın o geleneksel, kültürel kodların devamlılığını gerektirir. Ama kişilerin yaşantıları o cemaat tipi bir ilişkide değildir artık. Kişilerin kendi meslekleri vardır, kendi meşrepleri vardır, kendi tercihleri vardır. En azından apartman kutuları içersinde dairelerde çekirdek aileler içersinde kendi yaşantıları vardır.

Şimdi böyle bir değişim ve dönüşüm içersinde bizim karşımıza ne geliyor? Bizim karşımıza işte bu biraz önce bahsetmiş olduğumuz hanım kızımızın yalnızlık, boşluk ve yabancılaşma duyguları dediğimiz duygularla anlamsızlıkları geliyor. Bu anlamsızlıklar karşısında depresyonlar geliyor. Bu anlamsızlıklar karşısında birtakım kendine acı vermeler, intihar teşebbüsleri geliyor.

Şimdi bu bireyselleşme özerkleşme toplumsal bir yapı içersinde bize bu kültürel kodlarımızın, ilişki şekillerimizin, aile dinamiklerimizin yeni bir formulasyonu olmadığından dolayı çok yoğun yükler getiriyor. Özellikle bizim toplumumuzda borderline ve narsisistik kişilik örgütlenmesi dediğimiz kişilik örgütlenmeleri sıkça karşımıza gelmeye başlayan yapılardır. Burada da o geleneksel yapının kokuşması ve bozulması onun yerine sağlıklı yeni bir kültürel kodların inşa edilememesi dönemde, bu aracı dönemde, bilimsel olarak borderline ve narsisistik yapılar diye özetleyebileceğimiz bir sistem ortaya çıkıyor. Şimdi biraz önce bahsetmiş olduğumuz metropolde İstanbul’da yaşayan bu kızımızın beslenme kaynağı ne olacak? Anne, baba, çevre ilişkileri, akraba dinamikleri, onlar içinde yaşanan heyecanlı, güzel paylaşımlar mı yoksa büyük şehirdeki başarı, ün, zenginlik, banka cüzdanı, güzellik ve birçok insanı kendine âşık edeceği sistemlerle ilgili ki biz buna aynalanmalar diyoruz, aynalanmaların getirmiş olduğu bir yaşantıya mı yönelecek? Birinci tip yaşantı yani geleneksel kültürün getirmiş olduğu o coşkusal paylaşımın karşılığında kendi bireysel özerkliğinden vazgeçmesi lazım. Bu mümkün değil. Bireysel özerkliğine sahip çıktığı zaman da toplumsal o kaynaşmadan, o birbirine olan sıcak ilişkilerden fedakârlık etmesi lazım. Bunun karşısında yalnızlaşma ve yabancılaşma duygusu kaçınılmaz bir duygu olarak karşımıza geliyor. Peki, bunun çekirdeğine indiğimizde, hani insan beyni programlanıyor demiştik ya hardware sağlam olursa düşüncesi, duygusu ve davranışı, bu nasıl şekilleniyor diye bakabiliriz sisteme.

Bir bebek doğduğunda yapılan araştırmalara göre ruhsal yapının belirli bir evrimsel gelişimi ortaya çıkıyor. Bir bebek doğar doğmaz ilk aradığı şey yapışacağı ve yaslanacağı bir varlık. Biz buna anne diyoruz. Bu yapışacağı ve yaklaşacağı nesne çocuğunu içten benimser, sever, kuşatır, kollar ise bu yapışma reaksiyonu sağlıklı bir şekilde ortaya çıkıyor. Bu bir başka insanla birleşme duygusunun ilk temelidir. İşte birtakım insanlar bir başkalarıyla rahatlıkla kaynaşabiliyorlarsa bunun nedeni 0 – 1 yaş arasında anneleriyle kurdukları o sıcak samimi ilişkidir. Anne yoksa anne yerine kim varsa baba olabilir, teyze olabilir, babaanne olabilir, anneanne olabilir ama onu kuşatan seven ebeveynin veya bakıcının varlığı bu insanların diğer biriyle birleşmeyi, yapışmayı sağlayabiliyor. Çocuk bir yaşına geldiğinde yürümek ve konuşmakla beraber içinden bir şey açılıyor, bir gonca gülün yapraklarını açması gibi otomatik olarak anneden uzaklaşmaya doğru bir eğilim başlıyor. Buna ayrışma dönemi diyoruz. Anne olanlar bunu çok rahat gözlemlemişlerdir veya dikkatli izleyenler çocuk bir yaşına kadar anneye yapışır. Bir yaşından sonra her ne hikmetse anneden uzaklaşır. İşte bu uzaklaşma dönemi iki yıl sürer, üç yaşının tamamlanmasına kadar. Biz buna ayrışma ve bireyselleşme diyoruz. İşte dananın kuyruğu burada kopuyor iki ile üç yaşında. Kültürel kodlarımız gereği çocuğun birey ve özerk olmasını istemiyor isek anne çocuğu kendine bağımlı hale getirir. Çocuğun her ayrılma isteği karşısında anne yüzünü ekşitir. Biraz çocuğu uzağa gitse yüzünü dökmesi, yüzünü ekşitmesi, yüzünü morartması çocuğun elektriksel enerjisinin kesilmesi anlamını taşır. Çocuk annenin gönderdiği bu sevgi enerjisi olmasa yaşayamaz. Gerçekten fiziki olarak yaşayamaz. Çocuk bakımevlerinde özellikle bu Demirperde ülkelerinin yıkılma döneminde bazı geri kalmış bölgelerdeki çocuk esirgeme kurumlarında sadece fiziki ihtiyacı karşılanan çocukların büyük bir kısmı sevgi ve dokunma ihtiyaçları karşılanmadığı için ölmüşlerdir. Kısmen karşılanan da yaşıtlarına göre zihinsel gelişmenin çok gerisinde kalmıştır. Dokunmak ve sevgi bu kadar önemli bir kavramdır.

Çocuğun iki tane algıya ihtiyacı vardır. Bir, ağız yoluyla beslenmeye gıdasını almaya yaşamak için bir de beş duyu ile içeriye malzeme taşımaya ihtiyaç vardır. En az ağızdan aldığı süt ve biberon kadar dışarıdan beş duyu ile impuls almaya ihtiyacı vardır. Bu impuls verilmese bu çocukların büyük bir kısmının ölümle sonuçlandığı, zihinsel yapılarının da gelişmediği ortaya konmuştur. İşte bu iki yıllık süre içinde iki ve üç yaşında anne şöyle bir duyguyla çocuğa yaklaşır, oğlum, kızım, sen hiç merak etme, ben buradayım, sen iki adım daha öteye gidip oradaki çiçeği kurcalarken, oradaki böceği incelerken ben senin bu duruşundan keyif alıyorum diye gönül rahatlığı ile onun kendisinden ayrışmasına icazet veren, onay veren, onu destekleyen bir anne sağlıklı bir bebeğin oluşmasına ilk adımı atmıştır. Bu bebek suçluluk duygusu duymadan kendi başına özgür, özerk eylem yapabilme şemasını geliştirecektir. Değilse, anne, çocuğun her bağımsız hareketi karşısında eğer kendi isteğine uymadan çocuk birtakım hareketler yaptığında yüzünü ekşitiyor, sevgisini kesiyor, enerjisini oraya göndermiyorsa çocuk asla bağımsız bir hareket yapamayacak bundan dolayı büyük bir bunaltı ve sıkıntı içine girecektir. Dolayısıyla her yaptığı bağımsız hareketi durduracak ve tekrar anne kucağına dönecektir. Çünkü bağımsız hareket etmek demek, özerk hareket etmek demek suçluluk duygusunu da hemen yanı başında getiren eylem demektir.

Benim annem 75 yaşındayken, ilkokul üçten ayrılmadır, özerkliği bu manada bilmeyen bir annedir, toplumsal kültürel kodlara göre yetiştirilmiştir, 75 yaşında ilk defa bir lokantaya gidiyor kendi başına. Kendisi bir pide ısmarlıyor ve yiyor. Bunu bana büyük bir keyifle anlattı. Anne dedim sen kendi başına hiç yemek yemedin mi hayatta? Benimle çok lokantaya gitti, çok yemek yedi, çok yer gezdirdim. Düşündü, hayır dedi. Çünkü bir kadının yalnız başına bir lokantaya gidip yemek yemesi hem kültürel kodlarımıza göre çok ayıp günah hem de asla düşünemeyecek kadar suç. O kadar basit, o kadar insani, o kadar basit bir olay dahi o bizim kültürel kodlarımız karşısında bağımsızlığın ve özerkliğin temsilcisi olduğu için benim annem bunu ancak 75 yaşında yapabildi. Şimdi, kültürel kodların zımnen bir insanın hareketlerini nasıl belirlediğini anlayabiliyor muyuz? Elbette, mesela sık sık duyarsınız bey amca, bey abimiz bir gün hoşuna gider, orada dondurmacıdan dondurma yer.  Bir avuç çerez alır. Fakat boğazına düğümlenir onlar. Neden biliyor musunuz? O bağımsız kendi başına yapılmış bir eylemdir, özerk bir eylemdir. Çocukları olmadan, ailesi olmadan onu yaptığı için hissettiği duygu suçluluktur. Kaynağı iki yaşındaki – üç yaşındaki annesinin rızası olmadan bir eylem yapma planını göstergesidir. Hâlbuki bu gayet hoş, gayet insani bir şey. Onun için şöyle kültürel kodlarımız var: “Boğazımdan geçmedi, burama düzüldü kaldı. İnan ki kendimi sıkıntıda hissettim. Keşke sizler de yanımda olsaydınız.” Bunun psikolojik karşılığı “bağımlıyım, mahkûmum, annem bana izin vermediği için kendi başıma hiçbir eylemi yapamıyorum”dur. Adam para kazanıyor, tüccar oluyor, iş güç sahibi oluyor. Doktor olur, mühendis olur, ev alacak, araba alacak. Yalnız başına asla alamaz. Mutlaka yanına birilerini katar. Sorumluluğu ona, “alayım değil mi?” Kafasında bitirmiştir aslında. O arabayı kesin alacaktır. O evi kesin alacaktır. Ne bilgi eksikliği vardır, ne beceri eksikliği vardır. Yanında da kendisi kadar kapasitesi olmayan birisini alır. Ona der ki alayım mı? Ev var. Fiyatı çok şey. Tamam, aldım gitti. Ne yaptı? Öbürünü annesinin yerine koydu. Onayı aldı. Onun reddetme, sevilmeme ihtimali karşısında yetkiyi ona verdi. Evine oturdu. Kaynak nedir? İki – üç yaşında, annesinin çocuğuna davranış şekli.

Şimdi, üç yaşındaki bir çocuğun üç adım öteye gidip de herhangi bir şeyle meşgul olması karşısında annelerin tedirginliği nasıl değerlendirilir? Bir bakın, Allah aşkına bir bakın. Çocuk diyor ki ben şurada oyun oynayacağım. annenin tepkisi ne oluyor? Hayır diyor. Ya, kardeşim niye hayır, bana bunu bir söylesene. Niye hayır? Çocuğun içinden geliyor, şurada elindeki oyuncakla oynayacak. Önce, hayır, der. Burada şöyle bir şey var: Kadının elindeki güç o kadar zayıftır ki o kadar toplumun dışındadır ki bütün güç erkektedir. Kültürel kodlarımızdan bahsediyorum, geleneksel yapıdan. Kadının elinde tek bir güç kalıyor. Nedir bu? Çocuğu. Çocuğun üzerinde mutlak hâkimiyet kurması ancak var edebildiği şeydir. Çocuğuna bir baktı mı çocuğu böyle put kesilir. Yerinden oynayamaz. O kadın kendini hâşâ tanrı gibi hisseder. Elinde bir tek gücü inanılmaz kullanmaktadır. Bırakır mı kadın onu? O özerkleşecekmiş, bağımsızlaşacakmış; hiç umurunda değil. O anne olarak onu, benim çocuğum vallahi bir bakışımla durur, mum gibidir, bıraktığım yerden hareket etmez. Şimdi anneler geliyor bana böyle çocuklardan bahsediyor. Ben içimden eyvah diyorum, yine yemişler çocuğu, mahvetmişler. Çocuk yaramaz söz dinlemiyor, dedi miydi, varoluş mücadelesine devam ediyor çocuk. İnşallah kazanır mücadelesini. Şimdi burada işte bu moderniteye geçişimizden, eğer anneler bu ezilmişlik duygusunu, kültürel kodlarımızda var tabi. Kadının fonksiyonları bu manada yetersiz, eksik etek, kısır vesaire vesaire… Erkeğe eşit değil. Bu ne dinimizde var, ne kültürümüzde var böyle. En az erkek kadar güçlü en az erkek kadar bilgili, en az erkek kadar cesurdur. Kadın ve erkeğin hiçbir farkı yoktur. İkisi de Allah katında eşittir. Bunu net olarak kabul etmemiz lazım ama bizim yine binlerce yıldır, üretim ilişkilerinden gelen nedensellikten dolayı kadın dünyanın her yerinde ikinci sınıf vatandaş olmuştur. Kocasının kölesi olmuştur. Ama onurlu bir şekilde kültürel kodlar ona varlığını temsil ettirecek birtakım yeterlik alanları vermiştir. İşte o zihinsel yapı, beynin gelişimiyle birlikte, kol kuvvetinin bitmesiyle birlikte bu ilişki bahşedilen bir ilişki değil gerçekten hak edilerek alınan bir ilişki modeli olunca erkeklerin kafası karışır şimdi. Erkeklerin kafası karışır. Çünkü binlerce yıldır erkek bağışlıyor. Tamam diyor sana şöyle şöyle hürriyetler verdim. Bu kadar! Sen kim oluyorsun da hürriyet veriyorsun? Kim oluyorsun da veriyorsun? Ama ne oldu? Kültürel kodlarımızda bu gerekli olduğu için sistemin çalışması için böyle gelmiş. Şimdi, eşit iki insandan bahsediyoruz. Mado dondurmacısında oğlanla kız konuşurken iki eşit insan olarak konuşuyor. Bir tarafta toplumsal kültürel kodlarımızı dinamitliyorlar. Bugüne kadar getirdiğimiz her şeyi bitiriyorlar. Ve ondan sonra inşa edecekleri yapılarda bir bilinmeze yelken açıyorlar. Bunun ilk kodlarını biz büyük şehirlerde yaşıyoruz. Süreç mecbur böyle gidecektir. Bunun önüne geçemezsiniz. Kimse de geçemeyecek.

Burada tek dileğimiz bunun toplumsal, zihinsel yapı kolektif alt şuur dediğimiz yapı çok kısa zamanda birey ve özerk bireylerden oluşmuş toplumu değer yargılarımıza uygun insan ilişkileri modeli gelişir, sentez kabiliyeti. Yoksa birbirimize çok ciddi ruhsal problemlerin beklediğine inanıyorum. Çok ciddi anarşik ve kaotik insan ilişkileri olacağına inanıyorum. Her şeyin denetimden çıkacağı bir ilişkisel sistemin olacağına inanıyorum. Çünkü kültürel kodlarımız aynı zamanda toplumsal anarşiyi önleyen, birbirimize bizi denetleten bir sistemler mecmuasıdır ve bunun içerisindeki hem üretkenlik hem saygınlık hem değer sistemi inanılmaz şekilde paylaşılmıştır. O sistemin yerine yani cemaat tipi ilişkiden cemiyet tipi bir ilişkiye doğru geçiş oluşmaktadır. Bu geçişin de önü alınamaz. Realite budur. Avrupa bunu 200 yıldır – 300 yıldır önce yaşamıştır. Biz son 100 yıldır daha hızlı yaşamaya devam ediyoruz. Bireyselleşme, özerkleşme, ayrışma her bireyin kendi hayatını belirleme hakkı ve gücü hem ekonomik olarak hem sosyal olarak gittikçe artmaktadır. Kadın ve erkek bu manada eşit iki rol üstlenmektedir. Yeni aileler kurulmakta. Bu aileler çekirdek ailelerdir. Bu aileler kimseye ihtiyaç duyulmadan kurulmakta ama paylaşmayı kaynaşmayı, akraba ilişkilerinin getirmiş olduğu sıcaklığa da inanılmaz bir ihtiyaç duyulmaktadır.

Şimdi bu sarkacın cemaat tipi ilişkiden yani kayınpederin, kayınvalidenin getirmiş olduğu sistemden birey ve özerk sisteme doğru gidelim. Soluğu New Yorklu Manhattan’da alalım. Yalnız başına yaşayan 45 yaşındaki üst düzey yönetici bir bey veya bayan. Konuşacak kimsesi yok. Paylaşacak hiçbir akrabası yok. 18 yaşından itibaren annesi kendi evinde kaldı diye oğlundan ve kızından günlük kirasını alıyor. Buzdolabına katkı yaparsa buzdolabından yemek yediriyor. Katkı yapmazsa yedirmiyor. Birey ve özerksin diyor. Konuşacak kimse bulamadığı için saatliğine 250 dolar vererek bizim gibi psikiyatristlere geliyor. Ne konuşuyor? Dedikodu yapacak. İçini boşaltacak ve bunu da parayla yapacak. Amerika’da hiç kimse hiç kimseyle konuşmaz. İnsanlar böyle duraklarında oturuyorlar. Kendi başlarına konuşuyorlar. Ama bizim şehirlerarası otobüse binin. Bir yolculuğa gidin. Sekiz saat sekiz saatlik terapi ücreti alırsınız. Yok, Amerika’da böyle bir şey. Hemşerim bir omuz at dersin. Sekiz kişi senin işine omuz atar. Yok, öyle bir şey. Öyle bir uç noktaya varmışlar ki artık tamamen o cemiyet içersinde inanılmaz yalnız birer fert haline gelmişler. Ve inanılmaz bir yabancılarıma, yalnızlık duygusu… Bir dost dediğimiz para karşılığı olmayan o güzel ilişkiler kaybedilmiş. Bunun yerini telafi etmek için garip garip tarikatlar, garip garip örgütlenmeler, birtakım modern, post modern birtakım cemaat tipi ilişkiler kurarak o bireysel açmazı tamamlamaya çalışıyorlar.

İşte biz ne cemaat tipinin getirmiş olduğu bireyi yok eden, öldüren ilişki ne de Amerika’nın veya İngiltere’nin içine düştüğü veya Hollanda’nın içine düştüğü tamamen cemiyet içinde yalnız kalmış bir fert durumuna düşmeden ailenin dinamiklerini koruyan, akraba ilişkilerini koruyan o sıcaklığı da muhafaza eden bir sistemi nasıl kurarız, nasıl oluştururuz; bunun yolu ve güzergâhını bulmak durumundayız. Dolayısıyla bu geçiş dönemi içerisinde bize gelen şikâyetlerde bu sisteme uygun olarak değişim göstermektedir. Bir klasik olarak akıl hastalarıyla ilgili şikâyetler var. Şizoit hastalarımız var, şizotipal hastalarımız var. Duygu durumu bozukluğu dediğimiz biyolojik yapıya bağlı bipolar veya unipolar bozukluklarımız var. Bir de semptom olarak, sıkıntı olarak bize anksiyeteyle, takıntılarla, hobilerle ve çaresizlikle veya duygu durum bozukluklarıyla gelen veya daha çok boşluk, anlamsızlık gibi flu birtakım kavramlarla gelen birtakım hasta veya danışan kümelerimiz var. Biz zorla bu kümedeki arkadaşlarımıza birtakım teşhisler koyuyoruz. Birtakım ilaçlar veriyoruz ve onlara birtakım sağlatımlar (tam anlaşılmadı) uygulamaya çalışıyoruz ama bunların arka yapısına baktığım zaman bunlar çok derin toplumsal yaşantılarımıza bağlı toplumsal dinamiklerin değişmesine bağlı sorunsal yapısal içermekte ve bununla da ilgili yurtdışında çok ciddi çalışmalar, incelemeler, araştırmalar yapılıyor. Bireyleşme, özerkleşme alanında hem kendilik psikolojileri hem nesne ilişkileri psikolojisi hem Masterson yaklaşımı dediğimiz yaklaşımlarla ruhsal yapının bu değişim ve dönüşümün nedenselliği ince ince ortaya konmaya çalışıyor. Bizler de acaba bu sürecin farkına varır da her birimiz bir birey olarak bu cemaat tipi toplumdan cemiyet tipi topluma geçerken sancısız bir şekilde az bedel ödeyerek bir sentezi gerçekleştirip belki dünyaya da bir örnek toplum oluşturabilir miyiz? İnşallah böyle bir şey Türk toplumunda başarılı olur. Çünkü hem doğu hem batının kesiştiği jeopolitik bir bölgede batının değerlerini bireyselleşme, özerkleşme, demokratikleşme gibi değerlerini alırken diğer taraftan doğunun o sıcaklığını, dostluğunu, paylaşımını, şükran duygularıyla dolu vericiliği de barındırabilir miyiz? İnşallah bunları barındırırız diye ben sözlerimi burada noktalamak istiyorum. Soru ve katkılar olacak olursa memnuniyetle kabul ederiz. Evet.

Teşekkürler. Hocamın talebesi olarak gelenekselden moderniteye doğru gelişme başlığı üzerinde düşünürken ben de işe bakın ki moderniteden geleneksele ruhi bir değişme üzerine düşünüyordum. Bunun imkânları bunun modelleri üzerinde düşünüyordum. Hoca bir şeyden bahsederken ben başka bir şey düşünüyordum sanki. Ama sanki herkes aynı realite üzerinde düşünüyordu. Bir şey görüyorsunuz. O gördüğünüz şeye mana veriyorsunuz. Sistemlerin içine tevekkül kalıplarınızı tatbik ediyorsunuz. Fenomenler kalıpların içine giriyor ve çıkıyor. Bundan sonra onun üzerinde mütalaa ser edilmiş oluyor. Ruhi gelişme denildiği zaman bu progresif bir düşünce kalıbı mahsulü olması lazım gelir. Ben değişme dediğim zaman usuleten daha nötüral bir laf seçmişim. Bu bir gelişme diyecek olsaydım kendi gelenekçiliğimi öne çıkarmış olurdum. Sade tespit etmek isteseydim hocamın seçtiği mevzunun birinci kısmı tespit üzerine kurulu. Yani gelenekselden moderniteye derken gördüğü bir fenomene işaret ediyor. Sonra ona, efendim, tespit ettiğim en önemli şey buydu galiba, bir süreç olduğu daha sonra bu sürecin değiştirilemez olduğu, bu sürecin özellikle Batı toplumlarında gözlendiği, tespit edildiği ile alakalı cümleler var. Öyleyse ortada bir tekâmül bahis mevzu, bir gelişme bahis mevzu. Bir yerden geliniyor, bir yere gidiliyor. Ben de düşünürken yani gelenekselden modernitiye değişme üzerinde düşünürken mesela buraya bir metafor ilave edebilirsiniz. Diyebilirsiniz ki sular yokuşa akmaz. Tabi bu metafor geneli izah eder. ama fenomene tekamül eder mi etmez mi? Bunun üzerine ..bahis etmek lazım gelir. Veya bu iki fenomen üzerinde geleneksel ve modern fenomenler üzerinde bir hat çizersiniz. Tekâmülcülüğü de buna oturtursunuz. Birinden diğerine bir seyir vardır. Eğer böyle bir seyir varsa siz de mesela Türkiye toplumu olarak bu seyir üzerinde bir durumdan başka bir duruma geçeceksinizdir. Bundan kaçınamazsınız. Batıda da işte hocamız bahsetti, Manhattan’da, Malatya’da veya İstanbul’da değişik şekillerde sürecin aynı prosesin değişik safhaları olmak üzere tespit ettik. Ondan sonra siz bunun içine girersiniz. Böyle patolojiler tespit edersiniz. Belli modeller kullanırsınız. Elbette kapalı sistemlerinizi buna tatbik edersiniz.

Ben düşünürken eğer kendi düşünceme isim verecek olsaydım mesela ghist ..ilave etmek suretiyle gelenekçi düşünüyorum diyebilirim. Başka birisini de mesela modernist düşünmekle itham edebilirim. Şayet bunlar izafi düşüncelerse birbirlerini itham edebilirler. Sen gelenekçisin, ben ..ciyim bilmem ne şekilde. Ve sonra gördüğümüz o şey, demin bahsettiğimiz fenomeni böyle bir istikamet üzerinde manalandıra da biliriz. Kendi kapalı sistem üzerine tatbik edebilirim. Diyebilirdim ki biz burada bir süreci müşahede ediyoruz. Filan durumdan filan duruma geçiliyor.  Bu da kaçınılmaz zaten. Sonunda da şöyle şöyle oluyor. Şöyle şöyle problemler başlıyor. Biz de bunun üzerine kendi terapötik modellerimizi uyguluyoruz.

Burada mesela bir tanesi diyelim çok eski bir usulü uygulayabilirdi. Okuyup üfleyebilirdi. Veya biz buraya getirip biyolojik modeli uygulayabilirdik. Ve bu modeli uygulamak suretiyle işte diyelim ki bu bipolar, bu unipolar falan. İlaç verirdik. Bir müddet en azından sağlıklıdır. Yani biz kendi kapalı sistemlerimizi bunun üzerine tatbik ederiz.  İşe yaradığı kadarıyla yani burada o zaman kriter işe yararlılık oluyor, biz manalı bir iş yapmış oluruz. Çünkü adam nihayetinde fonksiyonları olmayan adam bir fonksiyona intikal ediyorsa demek ki yaptığımız şey işe yarıyor. Okuyup üflediğin zaman da şayet adam iyi olmuyorsa fonksiyonel olmayan bir iş yapmış olduğumuzu gene tespit eder ve bütün akıllılar bununla alakalı mutabık hale geçebilirler. Ben daha fazla üzerinde şey etmek istemiyorum ama hocamın tespit ettiği yani ruh gelenekselden moderne geçen yapı diye mücerret şekilde soyut şekilde ifade edeceksek bu tip toplumların problemleri hakkında bir gelenekçi olarak eleme oluşturarak müşahede ettiğimi söyleyebilirim mesela belki de. Daha kokuşsunlar. Belki bu bir kriz olur. Bu biraz şey gibi geliyor böyle çok tarafgir bir laf gibi geliyor. Daha beter olsunlar ve nihayetinde doğru yola, sıratı müstakime gelsinler. Gelsinler gelenekçi pozisyonumuza mesela. Bu tabi şey olur, kendi kapalı modelimin paparandası oldu. işe yarayıp yaramayacağı konusunda doğrudan bir şey söyleyemem.

Şunu da biz mesela başka kapalı cemaat için de söyleyebiliriz. O gelenekselden moderniteye geçip modernitenin gayyasında mahvolan Manhattanlı zavallılar yalnızlar, depresyonlular, üzüntülüler vesaire vesaire… Öyle mi olmalı? Mesela siyasi bir nutuk atıyor olsaydım basitleştirmek suretiyle bunu söyleyebilirdim. Ama tabi biz bunu eğer psikiyatrist nazarıyla bakacak olursak değer yargılarını, kıymet hükümlerini geride tutup sadece kliniki fenomenle meşgul olabiliriz. O zaman gene kendi modellerimizi tatbik ederiz. Okuyup üfler miyiz yoksa ilaç mı veririz, psikoterapisiyle mi meşgul oluruz? Hocamın bahsettiği birtakım kamperi (tam anlaşılmadı) cari olan psikoterapötik modeli işe yaradıkları kadarıyla kıymetliler herhalde. Ve şayet işe yarıyorlarsa ne ala! Yaramıyorlarsa yerini başkaları almak suretiyle işte o modernite arasında mahvolan kramplıların (tam anlaşılmadı) akıbetleriyle duçar olurlar. Veya biz de kendi gelenekselliğimizde şar bir şekilde hocamın verdiği misalle otobüste giderken sekiz saat bedava psikoterapiyle yaşayarak efendim hatmi nefes edebiliriz. Ama burada şayet hocamızın dediği proses fikri cariyse yani bir durumla başka bir durumla mecburi bir gidişat varsa yani eğer sular böyle aşağı doğru iniyor ve biz yukarıya doğru gitmekten bahsediyorsak bu işte bir hata vardır. O zaman iş şeylere kalıyor… (bölüm arası) Biz bu işlere bakıyoruz. Bunlar kalıyor. Yani biz mesela soğuk, ruhsuz bir biyolojik modelleme ile mi yaklaşıyoruz? Diyelim işte hocamızın bahsettiği o Manhattanlı yalnız adamlar geldi. Biz ona bir antidepresan verip yolladık. Yaradı ise yaradı. Yaramadı ise vah vah… Veya şayet yaramadıysa bu sefer gene kamptaki modeller muvazenesinde hadi biz buna bir Masterson usulü psikoterapi tatbik edelim. Belki yaradı belki yaramadı. Eğer lazımsa gene isterseniz siz onu bir siyasi nutuk olarak telakki edebilirsiniz, Manhattan’da bu sefer bir siyasi nutuk atabiliriz. Siz niye böyle rezil oldunuz muhterem batılı cemaat? Siz işte çünkü seyri takip ettiniz de ondan. Limana gelin, bu yana gelin, artık huzur bulacaksınız falan gibi. Hocam bunlardan bahsetti. Orada garip garip tarikatlar oluşturuyorlar.

Hâsılı benim söylediğim şeyden maksadım sistem fikri, bu çok sevdiğim bir fikir şayet müşterisi olursanız, kapalı kapalı sistem fikri ve bu kapalı sistemlerle alakalı son mütalaalar. Burada son söylemek istediğim, adına isterseniz bu genel düşüncenin otantik bir uygulaması, hocadan aldığım biraz evvelki misal üzerinden söylemek lazımsa mesela batılılar bizim bir ruhi ve fenomen diyoruz. Ruh ve fenomen diye iki tane Türkçe kullandığımız kelimeyi söylüyoruz. Adam sıkıntı çekiyor. Bizim gene depresyon dediğimiz semptomlarını yaşıyor kendi başına. Bu adamı ya götürür, okur, üfletiriz. Bu takdirde çünkü bunun problemi içine cin girmekten ibarettir. Şayet cin çıkarsa mesele hallolur. Okuyup üflediğimiz zaman cin de çıkmıyorsa bu ısrarlı bir cin olur mesela. Modern, nasıl yürüyorsa… Onun izahını bana sormayın. Diğer şekilde olursa şayet hocam bunun mefhumlaştırılmasıyla alakalı bazı şeyler söyledi, referansları da zikretti. Mesela batıdaki şeyler tefekkür şekliyle batıdaki münakaşa tarihiyle bir şey var, spritüalist hareket var. Şimdi bunu Türkçeye tercüme ettiğimiz zaman ruhçu hareket diyoruz mesela. Genelde eğer o düşünce modellerine maliksek bunun zıddı olarak da maddecilik düşünce diyoruz. Ondan sonra bunu istediğiniz gibi, isterseniz biyolojik modelle fantezi düşünce mesela bilemediğim falan psikoterapik modelle olur ruhçu model, ben sadece misal vermek için mevzuu bu taraftan tutturdum. Hocanın da verdiği referans çerçevesinde kalmak istiyorum. Biz mesela düşünüyoruz şimdi. İşte böyle Türkiye’deki düşünce modellerine taraf olmamış bir kişi bilemediğim bir otantiklik içinde düşünmeye çalışıyoruz. Ve diyoruz ki ruh Cenabı hakkın üflediği bir şeymiş. Veya cenabı hak insana kendi ruhundan üflemiş.

Üflemek diye bir laf geçiyor burada. Şimdi biz bunun üzerinden düşündüğümüz zaman hocamın bahsettiği iki şey var, tasnif var, spirit. Bir şey daha var diye fnomo (tam anlaşılmadı.) diye. İşte bizim bahsettiğimiz duruma benziyor. Fnomo bir boşluk, bir hava, ruh gibi bir şey oluyor Türkçe söyleyecek olursak. Bu üçüncü bir durum mesela. Ve şayet biz içerden gidecek olursak eğer biz kendi otantik durumumuzu referans olarak kabul edecek olursak o zaman spirit yani biraz önce bahsettiğimiz spirit ve webscan (tam anlaşılmadı.) hocam bahsetti. Hatta iki durum için onu bahsetti. Spirit metafiziki mütalaaların mevzu olmak üzere cari bir mefhum oldu. İkincisi spiritte o da psikiyatriye zaten iştikakında var veya psikologu diye iştikakında var. Yani Kuranda geçen kelimeyi biz Latinceye tercüme edecek olursak iştikakında bu çıkıyor. Bu enteresandır. Mesela bir dördüncü mefhum daha var. Sırf kafa karıştırmak için söylüyorum. Maksadım o. Dördüncüsü de bu tip olaylarda, animal, çünkü bizim İslami tefekkürümüzde, batı tefekkür tarihinde esasında çok mühim bir rol oynayan bir mefhum. Aristo’nun kitabının adı, burada ruh diye tercüme ettiler. Animal. Hayvan demek. Hayvan da bu kökten geliyor. Garip bir mesele var. Biz burada rahat rahat mütalaayı yürütelim isterseniz psikiyatrisiler, psikoloji bilmem ne diye yani o kapalı sistem üzerinden tefekkürümüzü hapsedecek olursak epeyce sıkıntı çekeriz. Bu yol vara vara Manhattan’ın ortasındaki adama varır. Ama bence benim bu analizci düşünme şeklim üzerinde müsaade edilirse bu söylediğim karışıklık içersinde de nereye kadar gidersek bir yol bulabiliriz. Belki hiçbir yere gidemeyiz şu halde. Çünkü çok büyük bir ciğer istiyor. Büyük bir sıkıntıların içinden geçmek icap ediyor. Ama müsaadenizle dört tane mevhum var ve ben de dört tane mevhum üzerinde muhakemesi tamamlanmadıkça bu meselelerin kalkacağını düşünmüyorum. Bunun bizdeki hali, biz derken müsaade ederseniz analizci zaviyeden bunu söylüyorum, bizdeki otantik tarihinde bu dört mevhum üzerinden sayısız kavgalar, mülahazalar var. Bir asırdır psikiyatrinin Arapça tercümesi ilmünnefs. Yani nefis ilmiymiş. Psikoloji tercümesinde ilmürruh, ruhun ilmiymiş. İkisi de sakat tercümeler. Neye dayandığını bilmiyorum. Yani bunlar demin bahsettiğim bizim otantik tefekkür tarihiyle alakalı muhasebelerin tamamlanmamasıyla alakadar bir durum. Çok çabuk kararla tercüme odalarında verilmiş bir karara benziyor. Çünkü psikiyatride vaka içinde bir ..var, sakat bir, şimdi yine kayıt altında söylüyorum, muzdarip bir ruh durumu var. Ondan sonra onun terebiyası da onun o psikiyatrinin sağ tarafındaki lahika da terapiden tellenmiş. Güya onun psikasını tedavi ediyoruz. Bizim bilimin adı da psikiyatrinin adı da psikasinin tedavisine dairmiş. Öbür taraftan psikologun ilmi sadece mücerret ilmi. peki bu psikiyatri ne oluyor? Bütün psikoterapi sanki şuanda Türkiye’de cari olan sistem de öyle, psikoterapi psikolojiden beslenen bir şeymiş gibi, gayet spekülatif bir şeymiş gibi. Hatta kliniğe elini atması bile problemli. Bir de onun kliniğe el atan cinsi vaaz ediliyor. Artık bilemiyorum bu tip entelektüel mülahazaların sonu nereye varacak. Klinik psikoloji varmış. Bu klinik psikoloji ile psikiyatrinin arası nasıl bulunuyor? Nasıl bu işler tasnif ediliyor? Bunlar sadece pratik durumlar üzerinde netice alınmamış durumlar aslında. Bunun için de ortalık çamur deryasına dönmüş durumda. Fikir noktayı nazarından bu böyle. Ama pratikte tabi işler böyle yürümez. Pratikte biz burada adamın eğer depresyonu varsa gidebilir. Okuyup üflenebilir. Sonra salah halinde çıkıp gidebilir. Mümkün. Niye olmasın? Böyle işte.

Bir izleyici: Ben de bir şey söylemek istiyorum. Manhattan’da ruhsal şemalardan yoksun olana kadar Malatya’da bireyselleşemeyen insanlar bundan dolayı depresyona giriyor. (bölüm arası) …gelenekçi kültür arasında kalmasından kaynaklanıyor. Bugün siz Malatya’da ruh sağlığından dolayı müracaat eden insanları gördüğünüzde karısı ile annesi arasında, kayınvalidesi arasında kalmış insanları görüyorsunuz. Erkekler anlamında. Burada Türkiye’deki temel problem elbette bence ruhsal şemalardan yoksunluk da önemli, özellikle borderline hastalar gibi problemler açısından ama bireyselleşme eksikliği de ruhsal alanda çok büyük sıkıntılar yaratıyor.

Şimdi Murat, konuşmamın tam özü aslında söylediğim şey. Sait Bey hocam biraz beni yanlış anlamış. Geleneksellikten kastettiğim geleneksel değerlere sahip çıkma anlamını kastetmedim ben. Sosyolojik manadaki cemaat tipi toplumu kastettim. Sosyolojik bir terim olduğunu da söyledim. Yani Murat’ın da gayet güzel ifade ettiği gibi birey ve özerkliğin ön plana alınmadığı, toplumsal dinamiklerin bir gurup dinamiği ile halledildiği, gurubun ön plana çekildiği bir ilişkiler ağı. O Hindistan toplumunda, doğu toplumlarında, Afrika toplumlarında hatta modern toplumların içerisindeki bu anlayışı barındıran muhafazakâr birtakım guruplar olabilir. Burada esas kastedilen şey birey ve kişi ön planda değil cemaatin menfaati ön planda anlayışında ki Japon kültüründe hala bu var. Yani bir Japon fabrikasında bireyin kendisi işçi olarak, mühendis olarak değil, o firmanın bir parçası olarak, parçası olmanın getirmiş olduğu bir onuru duyarak çalışması cemaat kültürünün bir göstergesi. Bahsettiğim şeyi bu manada Japonya belki kısmen başarmış bir kültür yapısı. Onun karşılığında da tamamen birey ve özerk yapısı.

İnsanoğlunun ruh yapısında ikili bir yapı var. Birisi anneye yakın olmak ister, merkeze yakın olmak ister. Birisi de merkezden uzak olmak ister. Sevgilinize yakın olmak istersiniz, fazla yaklaşırsanız boğulursunuz. Biraz uzaklaşırsınız. Eğer uzaklaşmanın dozunu kaçırırsanız bu sefer yalnızlık ve terk edilme duygusu yaşarsınız, tekrar yaklaşırsınız. İşte bu salınımı çok yaklaşan tipi, Malatya tipi Murat’ın söylediği gibi boğulma duygusu, boğulma ile beraber gelen çaresizlik, depresyon duygularını bulabilirsiniz. Spektrumun öbür ucunda tamamen ayrılayım, kurtulayım derken Manhattan’a gidersiniz fakat yaklaşacağınız anneyi kaybetmişsiniz, anne yok. O zaman 250 dolar verirsiniz psikiyatriste, anne olarak derdinizi anlatırsınız. Bu Malatya’daki damat arkadaşımın annesiyle eşi arasındaki kaldığı pozisyondan kurtarıp anneye bir özerklik, geline de özerklik, damada da özerklik vereceğin öyle bir kültürel sentez, geleneksel yapına da ters düşmeyecek, inanç ve değer yargılarına da ters düşmeyecek bir sistem kurabiliyor musun? Manhattan’daki yalnız bir insana dönüştürmüyor musun? Bu başarı. Sen istediğin kadar geleneksel kültürü, inanç ve değer yargılarının hepsine sahip çık. Burada problem yok. Problem bireyleşme özerkleşme dediğimiz tüm değer yargılarının arkasındaki iskelette bulunan, anneye ne kadar yakınsın, anneden ne kadar uzaksın; aradaki optimal uzaklığını tutabilme becerisini gösterebiliyor musunuz? Anneye ihtiyaç duyduğunuzda yani anne yerine ikame ettiğiniz arkadaş olabilir, dost olabilir, partin olabilir, cemaatin olabilir, cemiyetin olabilir, gurubun olabilir, sandalyen masan, hatta soyut şeyler bile olabilir; bunlara yaklaşabiliyorsan, orada sıcaklığı alıp beslenebiliyorsan, boğulma duyguları hissettiğinde yalnız köşene, uzletine çekilip kendinden hemhal olup yalnız başına iç deruna dalabiliyor musun? İşte o zaman bu sentezi yapmışız demektir. Şimdiden iki tane ucu, Murat bunu gayet güzel söyledi, Malatya’da bunun bir ucu, Kayseri’de bunun bir ucu, doğuya doğru gittikçe bunun daha fazla, o yapılar şuanda çatırdıyor. Sen kabul etsen de etmesen de şuanda klinisyen olarak Malatya’dan da bana hasta geliyor, Erzurum’dan da geliyor, Erzincan’dan da, Hakkâri’den de Karadeniz’den de. Bu biliyorsunuz, psikiyatrilerin odaları en mahrem odalardır. yani hiçbir doktor arkadaşımızın yaşamadığını biz özellerini yaşarız, mahremini paylaşırız. Ve sadece sizinle paylaşırız. O zaman Türkiye coğrafyasındaki insanların gerçek mahrem duygularını bizim toplumumuzda bilen tek gurup psikiyatristlerdir. Bu kültürel değişimleri, çatışmaları, iç huzursuzlukları, cinsel sapmaları, kavgaları, öfkeleri, dürtü kontrol bozukluklarını… Gurubun hangisinden istediği kadar siz şekil örtün, şal örtün, yani buna cemaat olarak, dini inanç olarak, değer yargısı olarak istediğiniz kültürde yetiştirirseniz yetiştirin alttaki yapı bu manada bozuk ise onun patolojisi mutlaka çıkar. Bu patoloji sizin inanç ve değer yargılarınızın içersinde tezahür eder. Eğer sen aşırı dindar bir cemaatin içersinde bir varlığınızı sürdürüyorsanız ve iskelet patolojiniz varsa o cemaatsel yapıya göre patoloji şekillenmekte. Yok birey ve özerk olarak ..yaşadıysanız onun semptopatolojisi ona göre değişmekte. Ama patolojinin kaynağı aynıdır. Yüzlerce kez biz müşahede ettik gördük, yani bir dürtü kontrol bozukluğu, öfke kontrol bozukluğu gibi, flüstrasyona tahammül derecesi düşüklüğü veya semptom olarak görünür şekilleri çok farklı. Sen de gayet güzel biliyorsun, işte Malatya’dan en azından bana hanım kızlar geliyor, cinsel tacize uğrayan, cinler tarafından uğrayan birçok hanım. Cinin tasallutuna uğramış, aylarca ve yıllarca cinci hocalarda dolanmış. Oraya gitmiş. Toplum bunu kutsamış. Mağdur ve mazlum durumuna düşmüş. İşte zaman zaman hoca dediler okuduğu birtakım dualarla okuduğu üç beşer, geçici şifalar elde etmiş. Ama bu arkadaşları biz incelediğimizde arkada bir başka nevrotik yapının patolojilerini görürüz. Onları biraz olgunlaşma sürecinde o patolojileri düzelttiğimizde yapı normale gidiyor.

Aynı toplumun içinde Hıristiyan kültüründen olan Hıristiyan tercihe mensup hastalarımız da geliyor. Onlar da cinsel olarak cinler tarafından tacize uğradığını hissediyor. Bakıyorsunuz onların da kişilik kuruluşlarındaki yapı nevrotik yapı. Onları Hıristiyan cin taciz ediyor. Hatta ilginç vakalar da zaman zaman eğitimlerimizde anlattım hatırlarsan. İşte İstanbul’daki birtakım hocaların ve papazların karşılıklı olarak ya, bu cin işte Müslüman cin değil, seni filan papaza göndereyim, Hıristiyan cin. O papaz da işte bu Müslüman cin, Hıristiyan değil diye gönderip de bu şekilde karşılıklı paslaşmalar olduğunu da anlatmıştım. Ha, basit olarak baktığımızda orada klinik bir patoloji var mı? Şunu da söylüyorum. Toplumumuz kültürel kod itibarıyla o kadar güzel şeyler üretmiştir ki cinler üretmiş mesela. Cinler birçok problemin halledilmesinde o kadar büyük fonksiyon görüyor ki sekonder kazançlar sistemi dengeye getiriyor ki daha ağır büyük bedeller ödemektense bir cin inancı ki bu dini olarak kastedilen cin değil halkın kendi kafasında üretmiş olduğu cin yapısıyla birtakım duygularını, tepkilerini, semptomlarını onunla dile getiriyor. Yani toplum da bunu kabullenmiş bir şekilde ona bir destek veriyor. Size geldiğinde bu sistemi derinliğine incelediğinizde orada bu yapılandırma kusurlarını görüyorsunuz. Orada da tedavi ettiğinizde de software olarak bu cinler de ortadan kalkıyor. Tacizler de ortadan kalkıyor. Birey ve özerk olmuş kendi duygular ve düşüncelerinden, dürtülerinden korkmayan, bunları kontrol edebilen, toplumun göstermiş olduğu bu sağlıklı yapılardan da süblimasyon dediğimiz boşaltmayı sağlayan sağlıklı bireyler haline gelebiliyor. Dolayısıyla senin bağnaz bir şekilde kendi inanç ve değer yargılarını savunmana kimse itiraz etmiyor. Çünkü bilginin bittiği yerde felsefe ve inançlar başlar. Felsefe ve inanç da insanoğlu için gerekli olan bir şeydir. Çünkü dünyayı anlamlandırmak zorundayız. Aklımız bir noktaya kadar erer. Bilgi nedir, bilim nedir? Her yerde denenebilen, sınanabilen aynı sonuçları doğurabilen, yine de itiraz edeceksin, yapıya biz bilimsel metodoloji diyoruz.  Bu şekilde denediğimiz, sınadığımız aynı sonuçları aldığımız bilgi perspektifindeki konuyu inceliyoruz. Diğer taraf senin inançlarındır, değer yargılarındır. Dünyayı anlamlandırma şeklindir. Ona da saygı duyuyoruz. Evet.

Bir izleyici: Birkaç bir şey diyeyim. Çok fazla bilgim olmadığını söyledim en baştan da. Kendi hayat fikrimi biraz ifade edeyim. Bence bu yeni kültürel yapıda yeni gelişmede tamamen bize ben, ben, ben empoze ediliyor. Ben kendimi geliştireceğim. Ben… Ama bu bir şekilde, bir yerden sonra bir şekilde illa patlak verecek. Bu yeni düzeyde bu eski geleneksel yapımızı aslında silip yeni kültürel yapımızın tamamen İslami temellere göre yeniden biçimlendirmemiz lazım. Çünkü İslamiyet’te kadın da çalışır, erkek de çalışır. Peygamberimizin zamanında hanımı bile pazara gidip satış yapabiliyor. Yani ki bunu günümüze getirdiğimiz zaman İslamiyet aslında…