Klinik Tekniğe Genel Bakış

KLİNİK TEKNİĞE GENEL BAKIŞ

Candace ORCUTT, Ph.D.

Kişilik bozukluğu ve travma bireyde aynı anda var olduğunda tedavi yadsınamayacak şekilde karmaşıktır. Yine de, terapi muhakkak köklü ve istikrarlı basamaklara odaklanır. Kısaca listelemek gerekirse, basamaklar şunlardır:

*İşleyiş

*Kapsama

*Güçlendirme (Denge / Hız Denetimi / Pekiştirme)

*Bilişsel ve davranışsal değişim (kısa süreli terapi)

*İçgörüsel ve dinamik değişim (uzun süreli terapi)

Önereceğim tedavi modeli, yetişkin Travma Sonrası Stres Bozukluğu ilk travmatik yaşantının üzerine yerleştirilebiliyor olduğunda, gelişimsel travmada (yaşamın ilk üç yılında ortaya çıkan travma) uygulanan bir tedavidir. Bu kolay kolay değişmeyen yerleşik travmatik stres türü, kişilik bozukluğu ile birleştirilir. Bu tedavi modeli ayrıcalıklı ya da öncelikli terapi şeklinin ayakta terapi (hastaneye yatırılmadan) olduğunu varsaymaktadır.

Devamı için tıklayınız

Kişilik ve Psişik Travma

Kişilik ve Psişik Travma

Candace ORCUTT, Ph.D.

Freud’un başlangıçtaki histeri formülasyonunun, hem psişik travma teorisinin hem de patolojik kişilik oluşumu teorisinin esasını oluşturduğunu fark etmek dikkate değerdir. Anahtar kavram, tekrarlayan kalıplaşmış davranışın belleğin ve duygusallığın yerini aldığı düşüncesinde yatmaktadır. Freud’un ilk çalışmasında (Breuer ve Freud, 1895) psikopatoloji travma temelli olarak değerlendirilmektedir. Hipnoz altında ve duygusal boşalma yoluyla, davranışı sözcükler ve duygularla birleştirerek, travmatik yaşantı, bilinçli belleğe dönüştürülür ve tekrardan kurtarılır. Daha sonra Freud (1914), davranışı bilinçli belleğe dönüştürme kavramını yine de korudu ancak bu süreci psikanalist ve hasta arasındaki gelişen ilişki bağlamına yerleştirdi (366 ff).

Hastanın serbest çağrışımları ve psikanalistin dengeli bir şekilde gezinen dikkati aracılığıyla aktarma ortaya çıkar. Daha sonra, psikanalistin yorumları vasıtasıyla bilinçli farkındalığa doğru aktarmanın üzerinde durulur. Travma temelli bir kavram olan muhtelif sözcükler ve duygular aracılığıyla davranışı belleğe dönüştürme kavramı varlığını sürdürür ancak kişilik temelli bir çerçeve içerisine yerleştirilir: terapötik ilişki.

Katarsise yol açan (boşaltan) ve yorumlayıcı (aktarım temelli) yaklaşımları, Freud’un yaptığı gibi (diyalektik düşünce biçimini terk ettiği çarpıcı bir örnekte olduğu gibi) muhalif görme eğilimi mevcuttur.

Fakat bana öyle geliyor ki kişilik bozukluğundan mustarip travmaya uğramış bir hasta ile çalışırken, her iki yaklaşım da beraber kullanılmak zorundadır. Bu kitabın ana teması, bu tür hastaların travmatik durumları için özel bir terapi görmelerinin gerektiğidir ancak bu travma çalışması, sürekli bir şekilde kişilikle ilişki tabanlı bir çalışma içerisinde yer almalıdır.

Bu kitap, gelişimsel yaşlarda, beraberce meydana gelen (TSSB elbette her yaşta oluşabilir) kişilik (ya da karakter) bozukluğu ve travma üzerinde durmaktadır. Bu meydana gelişin ilk zamanı, bu tür eşzamanlı rahatsızlığın aşağı yukarı ayrılmazlığını belirler. Beyin araştırmacılarına göre “anısal” ya da “sözel” belleğin hüküm sürmeye başladığı 3 yaş civarına kadar hakim olan, “örtülü” ya da “davranışsal” bellek olarak adlandırılan eski bir bellek türü vardır (Brown, Scheflin ve Hammond, 1998 sf.89-90).

Bu bellek türü, yaşantıları, bilinçli anısal ifadeler ve kavramlar şeklinde değil, imgeler, algılar, duygudurumlar ve davranışlar şeklinde saklamaktadır. “Açık” ya da “anısal” bellek 3 yaş civarında bayrağı devralır ve çocuğa algılarını ve gözlemlerini sözcüklerle ilişkilendirme fırsatı vererek yaşantılarını anlatan ve organize eden bir ana hikaye yaratır.

Örtülü bellek, yaşam boyunca davranışsal bellekle koordinasyon içinde varlığını sürdürmeye devam eder ve belki de travmatik yaşantı örtülü bellekte “donmuş” bir vaziyettedir –anısal belleğin akışına katılmaya gücü yoktur çünkü (birisi varsayımda bulunur) bazı “tedbirli” nörolojik mekanizmalar, çok yoğun ve baskın girdilerin bilinçli farkındalığa aktarımını devre dışı bırakmıştır. Travmaya uğrayan kişi, sadece anısal bilinçte tam olarak bütünleşmeleri ve ifade bulmaları halinde çözümlenebilecek, gereksiz ve davetsiz duygulardan, algılardan, imgelerden ve tekrarlanan davranışlardan dolayı acı çekmektedir.

3 yaş öncesi biçimlendirici ve geliştirici yaşlarda şekillenen kişilik bozukluğu da örtülü davranışsal bellekte yerini korur ve tekrarlayan, uyumsuz davranışlarla kendini gösterir.

Freud’un (Breuer ve Freud, 1895) söylemiş olabileceği gibi, bilinçli olarak sözle ifade etme, hissetme ve hatırlama kapasitesi “düğümlenmiştir” (sf.52).

Bu tartışmayı genişletirsek: hem gelişimsel yaşlardaki ilk travma ve hem de kişilik bozukluğu örtülü belleğin etkin olduğu zaman ortaya çıkmaktadır ve kendi kendini çözümleyemeyen tekrarlanan davranışsal örüntülerle kendilerini göstermektedirler çünkü sözcüklere dönüşme olanakları yoktur. Dahası, her iki durumda da, sözcüklere dönüşme, bir derece katlanılmaz gibi görünen duygusal bir tıkanmayla engelleniyor gibi görünmektedir (örneğin travmatik yaşantı ve terk depresyonu).

Kısaca, tekrarlama zorlanımı kavramı hem kişilik bozukluğuna hem de gelişimsel travmaya özgü gibi görünürdü- davranışlar, duygudurumlar, sezişler yoluyla sözsüz olanı ifade etmek ve sözcüklerin eksikliğinden dolayı hüsrana uğramak için kendiliğin başarısız (ve bu nedenle kaçınmacı) bir girişimidir.

Kişilik bozukluğu halinde ikilemi yaratan anne-çocuk uyuşmazlığıdır. Gelişimsel travma halinde ise tehlike, anne-çocuk ikilisinin dışında meydana gelen bir duruma ya da anne-çocuk uyuşmazlığının acımasız karmaşıklığına dayansın dayanmasın, ilave bir unsur gibi gelmektedir.

Karakter oluşumu ve istismarı bir dereceye kadar farklı bir şekilde işlenmiş görünse de doğaları gereği birbirlerine yakın tecrübe edilirler ve birbirleriyle bağlantılı olarak algılanırlar. Çocuğun anne-çocuk ikilisini ilk algılaması etraflı ve geniş olduğundan gelişimsel travmanın her nasılsa ilişkiye özgü olduğu anlaşılacaktır, yine de yaşantı oluşabilir. Travma herhangi bir şekilde bu ilişkinin bir parçası olmuş gibi görünecektir ve böylece ilişkiye dahil olmaktadır.

Bilinçli belleğin geriye dönüşler ve davetsiz hatıralarla acı verici bir şekilde varlığını sürdürebiliyor olmasına rağmen, yetişkin yaşlarda görülen sürekli bir travmatik reaksiyonun (TSSB),  travmatik bir olayın kısmi ya da eksik örtülü belleğini kapsaması dikkate değerdir. Sonuç itibariyle, gelişimde etkili olan yaşlardan sonra meydana gelen TSSB, davranışsal örüntülerde kendini saklama eğilimine bir bakıma daha az sahiptir. Bu örüntüler (kaçınma ya da risk alma) var olsa da kişinin kişilik tarzı örüntülerinden oldukça ayrı bir şekilde görünebilir. Elbette ki, yetişkin travmanın ilk gelişimsel travmayı tetiklediği sık görülen örnekler vardır. Bu önemli bir klinik meseledir ancak gelişimsel travma ve sonraki yaşlarda sahip olunan TSSB arasındaki farkı gerçekte değiştirmez.

Kişilik bozukluğu ve gelimsel travmanın iç içe geçen ve benzer davranışsal örüntüleri, karmaşık bir insani fenomen sunmaktadır. Gelecek bölümde ele alınacak olan klinik anlamlar da karmaşıktır ancak bu kitap, teorik olarak mümkün ve uygulamada yararlı klinik bir problem yaklaşımının ayrıntılı bir haritasını çizecektir ı�^dr����f��rekli semptomları…

E. Rahatsızlığın devam süresi 1 aydan fazla…

F. Rahatsızlık sosyal hayatta, iş hayatında ya da diğer önemli faaliyet alanlarında klinik anlamda önemli sıkıntılara ya da zararlara sebep olur…(sf.427-429)

TSSB’nin DSM-IV’teki bu tanımı betimsel ve genel bir tanımdır. Bunun yanı sıra kuramsal olduğu için de, hastalarla çalışmayı kavramsallaştırma adına bir (köşe taşı değilse) mihenk taşı olarak kullanmak için pek çok klinisyen arasında fikir birliğine varılıp yeterli derecede onaylanan bir çalışma tanımı da sağlamaktadır.

“Travma” ve “TSSB” gibi terimler, karşı konulamaz dışsal olayların ruh üzerindeki etkisini sınıflandırmak amacıyla kullanılmaktadır. Stresin bu şekli muhtemelen vücudun uğradığı bir şoktan ya da aldığı darbeden kaynaklanabiliyor olsa da, Wilson’un dediği gibi (1989): “travmatik olaylar bireylerin ruhlarında vuku bulurlar”

Devamı için tıklayınız

Travme ve Tssb

Travme ve Tssb

Candace ORCUTT, Ph.D.

Travmatik strese olan bilimsel merak 1800’li yılların sonlarına doğru başlamıştır ve nöroloji, psikoloji ve sosyoloji bilimlerinin yeni arayışlarının kesişmesinden doğmuştur. Her zaman tartışma konusu olan bu konudaki ilk büyük “tartışmayı” şekillendirmede katkısı olan iki büyük bilim adamı Fransız psikiyatrist Pierre Janet ve Viyanalı nörolog Sigmund Freud’dur.

Janet, travmatik yaşantı konusunun bilinçli anısal bellekte bu yaşantının ifade bulmasının güç olduğu çıkarımında bulunmuştur; bu ifade bulma Janet’in “çözülerek ayrılma” diye adlandırdığı bir süreç tarafından tıkanmıştır. (van der Kolk ve diğerleri, 1996, sf.52). Janet, çözülerek ayrılma sürecinin temelinde kalıtımsal bir zayıflık –koruyucu bir mekanizmadan ziyade patolojik bir yatkınlık- olduğunu varsaymaktadır.

Janet’den çok şey öğrenen Freud yine de “travmatik nevrozlar”ın, bilinç düzeyinde kalması için gereğinden fazla büyük ve ezici olan deneyimlerin bastırılmasını amaçlayan, ruhun savunmacı eylemlerinden kaynaklandığı sonucuna varmıştır (Orcutt, 1995, sf.190-192).

Başlangıçta, Freud, bastırılmış yaşantının erken çocukluk döneminde meydana gelen cinsel tacizlerden birisi olduğunu varsaymıştı. Aslında, travmaya uğrayan bireyin sorumluluğunu topluma yüklemiştir. Aile kurumunun kutsallığına açık bir saldırı olan bu tavır, büyük bir profesyonel hoşnutsuzlukla karşılaşmıştır. Freud sonuç olarak “ayartma teorisi”nden vazgeçmiş ve araştırmalarının yönünü içsel fantezilere çevirmiştir –ve tesadüfi bir şekilde travmaya uğrayan bireye de geri dönmüştür. Freud bilinç dışı savunma süreçleri kavramının arkasında durmuştur ancak sosyal odaklı travma kavramından feragat etmiştir.

Pek çok fiziksel travmatik yaşantıları sosyal anlamda yüceltilmiş kurumlarla ilişkilendirmek, bilimsel çevrelerde dahi, araştırmalara karşı ürkütücü bir sosyal direncin oluşmasına yol açmıştır. Çocuk tacizlerine ve aile içi şiddete bakmak aile sistemini sorgulamak anlamına gelmektedir. Gazilerin ruhsal yaralarına bakmak ise ordunun idealize edilmesini sorgulamak demektir. Aile kurumu ve askerlik kurumu bildiğimiz üzere, toplumsal güvenliğin olmazsa olmazlarıdır ve bunları araştırmadan koruma ihtiyacımız, uygarlığımızı sürekli olarak ilerletmek amacıyla bu kurumların tabiatlarını araştırma ihtiyacımızla çelişmektedir.

Judith Herman (1992) travma araştırmasının çatışmalı tarihini şu şekilde tarif eder:

Travma konusu o kadar şiddetli bir anlaşmazlığa yol açar ki sürekli olarak lanetli bir şey halini alır. Psikolojik travma çalışması sık sık düşünmesi bile hoş olmayan alanlara girer ve inancın temel sorularında başarısızlıkla sonuçlanır. (sf.7).

Herman, sosyo-politik hareketlerin psikolojik travma konusunu kültürel farkındalık düzeyine nasıl getirdiğini ve tekrar tekrar güçlü bir tepkiyle karşılaştığını gözler önüne sermektedir. Bu kitabın yazılışı sırasında, bu çatışmayı gözler önüne sermek için, güçler bir kereliğine yeterli dengededir. Yaygın medya, pek çok örnekte yaşanan direnmeleri yansıttığı kadar travma kurbanlarını da yansıtmaktadır. Haksızlığa uğramış, mağdur edilmiş kadınlar ve tacize uğramış çocuklar gibi gruplar adına konuşan korkutucu, kökleşmiş hareketler ve modern iletişim sistemleri ile kendimizi psikolojik travma gerçekliğinden ayrı tutmak kültürel anlamda gittikçe zorlaşmaktadır.

Çağdaş kuramlar, Janet’in çözülerek ayrılma kavramını ve Freud’un bilinçdışı ve savunma fikirlerini kullanırlar ve yüz yıl önce mevcut olmayan bilimsel araçlarla bu fenomenlerin nörolojik temellerini bulmaya çalışırlar. Gelişmiş teknoloji, hala daha fazla sosyal inkara dönüşebilecek olan pragmatik bir yolla travmanın tabiatını araştırma kapasitesi verecek gibi görünmektedir.

Amerikan Psikiyatri Derneği’nin Tanılayıcı ve İstatistiksel Kılavuzu, travmayı tanımlama sürecinde, bu konuyla ilgili tarihsel kararsızlığı göstermiştir. II. Dünya Savaşı’ndaki travmatik olaylar neticesinde – büyük çapta bir mücadele, sivil bombalamalar, toplama kampları –DSM-I 1952’de “büyük stres reaksiyonu” teşhisini içermiştir. Bununla beraber, barış zamanı, görünüşe göre DSM-II deki kategorinin kaldırılmasına yol açmıştır. Yine 1980’de DSM-III’te, Vietnam gazilerinin deneyimleri ile travma konusuna bir anksiyete bozukluğu olarak geri dönülmüştür. 1987’de revize edilen DSM-III’te ise diğer bir düzeltme yapılmıştır: Resmi araştırmalardan elde edilen sonuçlar ve savaş gazileri, aile içi şiddet, kadın hakları ve çocuk tacizleri ile ilgili güçlü tabana ait halk eylemleri, Travma Sonrası Stres Bozukluğu (TSSB) olarak adlandırılan özel bir anksiyete bozukluğunun tanımlanmasına sebep olmuştur. DSM-IV’te (1994) bu kategori, Travma Sonrası Stres Bozukluğu olarak muhafaza edilmiştir.

DSM-IV TSSB’yi şöyle tanımlar:

Gerçek ya da olası bir ölümü ya da ciddi bir yaralanmayı, kişinin fiziksel bütünlüğünü tehdit eden başka bir durumu; bir ölüm olayına, yaralanma olayına ya da diğer bir kişinin fiziksel bütünlüğünü tehdit eden bir duruma tanık olmayı; beklenen veya ani bir ölüm haberini, ciddi bir zararı, bir aile yakınının ya da yakın bir arkadaşın bir ölüm tehdidi ya

da yaralanma durumlarını kapsayan doğrudan kişisel deneyimleri içeren aşırı bir travmatik stres yükleyiciye maruz kalmayla devam eden karakteristik semptomların gelişimi Travma Sonrası Stres Bozukluğu’nun en önemli özelliğidir. Kişinin olaya tepkisi yoğun bir kaygı, çaresizlik ya da korku durumlarını içermelidir (sf. 424).

TSSB için tanılayıcı kriterler şunlardır:

A. Gerçek ya da olası bir ölümü ya da ciddi bir yaralanmayı; kendiliğin ya da diğerlerinin fiziksel bütünlüğüne karşı bir tehdit unsurunu içeren bir olay ya da birden çok olayı yaşamış, bunlara tanık olmuş ya da bunlarla yüzleştirilmiş bir kişi…

B. Sürekli olarak tekrarlanan, yeniden yaşanan travmatik bir olay…

C. Travmayı çağrıştıran uyarıcılardan ısrarlı bir şekilde kaçınma ve genel tepkilerin uyuşma durumu…

D. Artan uyarılma durumunun sürekli semptomları…

E. Rahatsızlığın devam süresi 1 aydan fazla…

F. Rahatsızlık sosyal hayatta, iş hayatında ya da diğer önemli faaliyet alanlarında klinik anlamda önemli sıkıntılara ya da zararlara sebep olur…(sf.427-429)

TSSB’nin DSM-IV’teki bu tanımı betimsel ve genel bir tanımdır. Bunun yanı sıra kuramsal olduğu için de, hastalarla çalışmayı kavramsallaştırma adına bir (köşe taşı değilse) mihenk taşı olarak kullanmak için pek çok klinisyen arasında fikir birliğine varılıp yeterli derecede onaylanan bir çalışma tanımı da sağlamaktadır.

“Travma” ve “TSSB” gibi terimler, karşı konulamaz dışsal olayların ruh üzerindeki etkisini sınıflandırmak amacıyla kullanılmaktadır. Stresin bu şekli muhtemelen vücudun uğradığı bir şoktan ya da aldığı darbeden kaynaklanabiliyor olsa da, Wilson’un dediği gibi (1989): “travmatik olaylar bireylerin ruhlarında vuku bulurlar”

Devamı için tıklayınız

Gelişimsel, Kendilik ve Nesne İlişkileri Yaklaşımı

Gelişimsel, Kendilik ve Nesne İlişkileri Yaklaşımı

Candace ORCUTT, Ph.D.

Teorik anlamda bu yaklaşım, orijinal kişilik bozukluğu kavramını koruduğu gibi, saplanma ve gerileme arasındaki dengeyi de korumaktadır; saplanma hususu ego gelişiminde bir durmayı temsil ederken, yalnızca gerileme ayrılma/bireyleşme baskısının sonucunda meydana gelir. Kişilik bozukluğu pre-ödipal bir durum olarak görüldüğünden, ödipal kaygılardan kaynaklanan gerileme terapide odak noktası değildir. Bu yaklaşım, kişilik bozukluğuna kapsamlı bir bakışı tanımlamak adına süreç boyunca biçimi değiştirerek ve detaylandırarak, ego psikolojisinin, gelişimsel yaklaşım, nesne ilişkileri ve kendilik teorisinin katmanlarını libidinal modele eklemektedir.

Masterson (1976, 1981), Freud’un orijinal anahtar kavramlarından aktarım, tekrarlama, direnç, savunma, saplanma ve gerileme kavramlarını korumaktadır. Ödipal hususları merkeze alan nevrotik kişilik özelliklerinden ziyade karakter/kişilik bozukluğuna dikkat çekmek için bu kavramlar biraz değiştirilmektedir. Ancak pre-ödipal vurgu başından sonuna dek sürdürülmektedir.

Aktarım eyleme vurumu, erken dönemde içselleştirilmiş nesne ilişkileri açısından bakıldığında, ötekinin bütün-kişi (whole-person) algısının bozulması değildir; ötekinin güçlü bir şekilde yanlış algılanmasıdır ki bu da gerçeklik testine göre ya da karışık iyi ve kötü algılamaları aklında tutma yeteneği açısından yetersiz kalan kişilerarası tepkide anlam kazanır.

Tekrarlama zorlanımı da uzlaşmaz, kaçınan bir doğaya sahiptir; kendiliğin ve ötekinin klişeleşmiş tanımlarına ve dış dünyanın objektif gözleminden etkilenmeyen bir içsel kanaatten oluşan basmakalıp ilişki kavramına itaat etmektedir.

Direnç inançları erken dönemden kaynaklanır; ayrılma ve bireyleşmeyle ilgili konularda bilinçli bir farkındalık oluşmasına izin veren kendilik değişimlerine karşı bir duvar örer.

Kullanılan savunmalar da pre-ödipal dönemin dışsal savunmalarıdır: Ayrılma, idealleştirme, değersizleştirme, yapışma, kaçınma, inkar, yansıtma, yansıtmalı özdeşim, eyleme vurma ve bölme. Daha önce de söz edildiği gibi, gerileme, ilkel ayrılma ve bireyleşme kaygıları ile tetiklenirken; saplanma, egonun gelişimsel bir başarısızlığı olmaktadır.

Masterson’un erken dönemde gelişimsel duraklama kavramını ego psikolojisinden aldığını daha evvel de belirtmiştim. Bu kavram, Margaret Mahler, Bowlby, Stern ve Schore’un gelişimsel çalışmaları ile iç içe geçer, çünkü ilk çocukluk gelişiminin belli safhalarındaki gelişimsel duraklama, kişilik bozukluğu türlerine özgün bir nitelik kazandırmaktadır. Böylece, gelişimin ayrılma-bireyleşme dönemindeki durma, kişilik bozukluğuna yol açabiliyor olsa da, barışma alt dönemindeki durma, borderline kişilik bozukluğunun belirtisi olabiliyorken, uygulama alt dönemindeki durma narsisistik kişilik bozukluğuna özgüdür.

Anna Freud’dan (1996) alınan bir kavram olan “gelişen ruhla beraber savunmalar da olgunlaşır” kavramı da Masterson teorisi için önemlidir; daha karmaşık olan yüceltme ve yaratma savunmalarının ortaya çıkışını göstermek için erken savunmalar üzerinde çalışılması gerektiğini vurgular.

Nesne ilişkileri teorisinin Masterson yaklaşımı için önemine değinilmişti. İçselleştirilmiş nesne ilişkileri, kendilik, öteki kavramlarının ve erken yaşlardaki ilişkinin tanımında kullanacağımız yöntemi oluşturmaktadır ve biz bu ana kalıbı ya da programı daha geç yaşlardaki ilişkilerimizi değerlendirmek için kullanırız. Sağlıklı bir şekilde gelişen bir çocukta, içselleştirilmiş nesne ilişkileri, gittikçe kısmi algılardan bütün algılara ve esnek birlikte çalışan gestaltlara doğru olgunlaşır. Kişilik bozukluğunda, ilişki algısı, yalnızca olgunlaşmamış bir seviyeye değil bozulmuş bir seviyeye doğru daralır ve sıkılaşır.

Özellikle, iyi ve kötü kavramları birbirinden ayrılır ve böylece insanları ve birbirleriyle olan etkileşimlerini olumlu ve olumsuz niyetlerin ve hareketlerin bir karışımı olarak görme kapasitesi önemli derecede tehlikeye girer.

Son olarak, Masterson teorisi, kişinin kendi varlığının bütünlüğü, bağımsızlığı, yaratıcılığı ve başkasıyla yakınlık kurma kapasitesi olduğu algısını verebilen kapsayıcı kendilik kavramını (1985) içine almaktadır.

Masterson kuramı, başlıca zihinsel modelleri, klinik bir yaklaşıma elverişli olan ve benzeri olmayan bir kavramsallaştırma ile sentezler.  Bu uygulamanın anahtarı tamamen bir Masterson kavramıdır: kendilik üçlüsü bozuklukları ya da ayrılma-bireyleşme (kendilik aktivasyonu), ayrılık anksiyetesi ve terk depresyonuna sebep olur ve bu da pre-Ödipal savunmanın yeniden kurulmasına yol açar. Daha da ayrıntılı açıklayacak olursak, kendilik üçlüsü bozukluğu erken gelişimsel duraklamadan kaynaklanan ve hatta ayrılma ya da bireyleşmeyi içeren önemli bir durumla karşı karşıya kalana dek kaliteli bir yaşam süren bireyin patolojik sürecini tanımlamaktadır. Bu stres yükleyici, o zaman başlangıçtaki durma zamanında başlayan aynı erken savunmalarla karşı konulan depresyon ve anksiyetede yaşanan ilk duyguları anımsatmak için bir ipucu olarak rol oynar.

Bu üçlünün özellikle keskin bir yanı var ki, o da kapsadığı değerlerin patolojik olarak ters dönmesidir. Birey yalnızca önceki bir duygusal gelişim dönemine baskı altında gerilemekle kalmaz, “iyi”nin ve “kötü”nün anlamı da temelde ters yüz olur.

Sağlıklı bir şekilde bireyleştirici olmak onaylanmamıştır ve bu nedenle “kötü” hisler uyandırmaktadır. Arabulucu ve mağdur bir tutuma boyun eğmek ise onaylanmıştır ve bu nedenle “iyi” hissettirir.

“İyi” ve “kötü” sağlıklı bir ölçünün dışına çıkmıştır ve tanımlamalar neredeyse “uysal” ve “uysal olmayan” la aynı anlamlara gelecek şekilde değiştirilmiştir.

Bu yeniden tanımlamalar neticesinde, üçlünün saplanma ve gerilemesi gibi, kişilik bozukluğunun klinik çalışması, gerçeklik testi ve davranışsal modifikasyon yoluyla basit bir durma çözülmesinden bile daha karmaşık hale gelmektedir. Güçlü duygular, patolojik durumun herhangi bir şekilde sorgulanmasını engellerler ve tabiatını anlamaya yönelik girişimleri geri püskürtürler.

Bu duygular, çocukluk deneyimleri ve ihtiyaçları etrafında şekillenmiştir ve güçlü bir şekilde korunan bir inanç sitemini destekler, çünkü bu sistem (çarpıtılmış bir şekilde) bir hayatta kalma yolunu simgeler.

Devamı için tıklayınız

Kişilik Bozukluğu

Kişilik Bozukluğu

Candace ORCUTT, Ph.D.

Amerikan Psikiyatri Derneği’nin Tanılayıcı ve İstatistiksel Kılavuz’unda (1994) kişilik kavramı şu şekilde tanımlanmaktadır: “Dış dünya ve kendisi hakkında düşünmenin, dış dünyayı ve kendisini algılamanın, dış dünyayla kendisini ilişkilendirmenin uzun süren örüntüleridir.” Ve kılavuz şu şekilde devam eder:

“Kişilik özellikleri, çok çeşitli kişisel ve sosyal bağlamlarda sergilenen kişiliğin en önemli ifadeleridir. Yalnızca kişilik özellikleri inatçı ve uyumsuz olduğunda ve önemli işlevsel zararlara ya da öznel bir acıya sebep olduklarında bir Kişilik Bozukluğu oluştururlar (sf.770).”

Bu temel tanım, bundan sonraki klinik bölümlerde bahsedilen kişilik bozukluklarının çeşitli alt tiplerini şekillendirir.

Ben sadece, kişilik bozukluğundaki inatçılık ve uyumsuzluğun, bilinçli bir sorgulama olmaksızın, tutumları ve davranışları yöneten duygularla korunmakta olan belli başlı bir inanç sistemine kadar varan “Dış dünya ve kendisi hakkında düşünmenin, dış dünyayı ve kendisini algılamanın, dış dünyayla kendisini ilişkilendirmenin uzun süreli örüntüleri…”ndeki sapmadan dolayı meydana geldiğini vurgulayacağım.

Teknik anlamda, kişilik karakterin evrim geçirmiş hali olsa da “Karakter” ve “kişilik” terimlerini birbirlerinin yerine geçecek şekilde kullanacağım. Çokça tanımlanmış ve araştırılmış olan bu konu üzerinde kapsamlı bir tekrarın gereği yok ancak ben yine de bu konunun geçmişi hakkında genel bir özet yapacağım ve James Masterson’ın teorik ve klinik boyutlarla ilgili gelişimsel, kendilik ve nesne ilişkileri yaklaşımını daha ayrıntılı bir şekilde açıklayacağım.

Dinamik psikoterapinin tarihi, saplanma ve gerileme kavramları arasında –genelde etkileşime dayanan- daima değişen bir ilişki sergilemiştir. Bu ikiliği Freud başlatmıştır ve çalışmaları, psikopatolojide ikisi arasındaki ilişki hakkında gelişen teorileri yansıtmaktadır (Laplanche& Pontalis, 1973, sf.162-163).

Freud’un çalışmasında (1908) saplanma önem kazanmaktadır (sf.45ff). Hastalık belirtilerinden çok davranış özelliklerine ve örüntülerine dayanan nevrozlara sahip çeşitli “karakterler” in tariflerini vermektedir.

Fenichel (1945) saplanma ve gerilemenin tamamlayıcılığını vurgular: “Ergenlik öncesi saplanmalar ne kadar yoğun olursa, sonraki (ruhsal) örgütlenme de o kadar zayıf olur.

Anal döneme saplanan bir birey ancak gönülsüz bir şekilde ilerleyecektir… ve çok hafif bir hayal kırıklığı ya da tehlike halinde yeni ediniminden vazgeçmeye her zaman meyilli olacaktır (sf.160)”. Fenichel’in saplanma ve “kişilik nevrozu”nun önemi üzerindeki artan vurgusu, psikanalitik teorinin odak noktası olarak yönünü kişiliğe doğru çevirmeye devam etmektedir.

Büyük olasılıkla, teorik ilgiyi büyük oranda kişilik örüntülerinin önemine çeviren, “kişilik zırhı” kavramının sahibi Wilhelm Reich’tir (1949). Libidinal model üzerinde çalışmaya devam ediyor olmasına rağmen, savunmalara vurgu yapması, ego psikolojisinin gelişmesiyle odak noktası haline gelen ego saplanmaları kavramını destekler niteliktedir.

Ego psikolojisinin yükselişiyle beraber, libidonun “saplanması”, ego eksikliği, ego sapması, ego bozukluğu ve ego gerilemesi gibi “ego modifikasyonu” biçimlerine öncelikli olarak yer verir (Blanck and Blanck, 1974, sf.92-93). Kişiliğin yapısı tanı koyma sürecinin merkezi haline gelir:

“Tanı koymak, semptom ya da semptomlar yığınıyla değil, semptomları barındıran ego yapısının ön değerlendirmesi ile yapılmalıdır.”(sf.92)

Nesne ilişkileri teorisi ve gelişimsel çalışmalarının çok karmaşık alanlarını her biri (türlü yollarla ve türlü vurgularla), bu oluşumda anne-çocuk ilişkisinin şekillenmesi, bu ilişkinin nasıl şekillendiği, nasıl karşılıklı hale geldiği ve ruh tarafından nasıl içselleştirildiği konularına vurgu yaparak, kişilik ya da karakter örüntüleri üzerinde durmaya devam etmektedirler. Bowlby (1988) bu örüntüleri şöyle tanımlamaktadır:

Yapılan gözlemler gösteriyor ki yaşamlarının ilk yılının sonlarına doğru çocuklar yakın dünyalarına dair önemli bilgiler edinmektedirler ve daha sonraki yıllarda bu bilgiler, kendilik figürü ve anne figürünü de kapsayan içsel etkin figürler şeklinde örgütlenmiş olarak görülmektedir.

Bu figürler sürekli kullanımda olduğu için, düşünceler, duygular ve davranışlar üzerindeki etkileri rutinleşmekte ve çoğunlukla birey bunun farkında olmamaktadır (sf.4). Bu nedenle, kendimizle ve diğerleriyle var olma yöntemimizin örüntüleri yavaş yavaş kişilik bozukluğu patolojisine bakışımızda baskın bir yöntem olmuştur (bu kitabın amacına uygun olarak “kişilik” ve “karakter” terimleri birbirlerinin yerine geçecek şekilde kullanılmaktadır).

Ruhsal Hastalıkların Tanılayıcı ve İstatistiksel Kılavuzu (1994) bu örüntüleri, belki daha çok metaforik olsa da, dinamik bir tutum pahasına hastaya dışarıdan nesnel bir bakış ile betimsel bir şekilde sunmaktadır.

Bu kitapta ben, James Masterson tarafından öne sürülen, dinamik olarak yönlendirilen gelişimsel, kendilik ve nesne ilişkileri ile kişilik bozukluğunun kavramsallaştırılmasını ele alacağım. Bu yaklaşım betimselden ziyade kuramsal bir yaklaşımdır ve benim bu yaklaşıma değer vermemin iki ana sebebi vardır: 1) Daha baskın ve dayanıklı zihin modellerini sentezler; 2) Etkili bir klinik çalışmaya dönüşen teorik bir altyapı sunar.

Devamı için tıklayınız

Zorlukların peygamberi

 

http://www.kisacahayati.com/ Gerek ülkemiz gerekse dünya açısından bazı insanlar vardı ki çok büyük bir öneme sahiptir. Bu açıdan Hz. Muhammed de Dünya açısından çok büyük bir öneme sahiptir. Çünkü o Allah tarafından seçilmiş özel bir insandır. Bu sebeple ona Allah’ın elçisi anlamına gelen peygamber denilmektedir. atatürkün hayatı Peygamberler her yönleri ile örnek insanlardır. Bu sebeple onların hayatlarını öğrenmek bizim için çok önemli olacaktır. Bu anlamda biyografi okuyarak nasıl bir geçmişe sahip olduklarını da görmüş olacağız. Bu önemli etkiye sahip kişilerden biri de hiç kuşkusuz Türk dünyası açısından son derece önemli bir insan olan ve daima farklı bir bakış açısına sahip olan Mustafa Kemal Atatürk’tür. hz muhammedin hayatı kısa Keza o da son derece önemli bir kişilik olarak hizmetlerini sürdürmüş ve bizim için büyük bir öneme sahip olmuştur. Eğer bu konuda onun hayatını öğrenerek önemli bilgiler etmek istiyorsanız bolca araştırmalısınız.

 

Sosyal güvenlik kurumu

 

http://www.hizmetsorgula.net/ Nitelikli bir biçimde yerine getirilen ssk sorgulama hizmetleri ile çalışanlar sigorta primlerinin yatıp yatmadığını öğrenerek ne tür bir hizmet alacakları konusunda net bilgiler de elde ederek en azından geleceğe dair malumat elde etmiş olacaklardır. Eğer sizler de bu anlamda hizmet veren birer çalışan olarak her türlü sorgulamaları yerine getirmek için ön bilgiler elde etmek istiyorsanız kesinlikle sgk sorgulama hizmetleri üzerinde durmalısınız. sigorta sorgulama şifresiz Aksi halde bu hizmetler sizler için son derece olumsuz sonuçlara gebe olabilecektir. Bu anlamda yerine getirilen bir diğer hizmet de aynı şekilde yapısallık içerisinde yoğun olarak görülebilecek bir hizmet olan bağkur sorgulama hizmetleridir. Bu sorgulamalar için sizlere net bilgiler verilmekte sizler de bu anlamda eğer kaliteli yapıları da göz önünde bulundurmak istiyorsanız bu konulara da dikkat bağkur hizmet sorgula etmeniz sizler açısından çok önemli bir yapı olarak karşınıza çıkabilecektir. Bu sebeple doğru bilgiler olmalıdır.